28 Ocak 2009 Çarşamba

İspanyol fotoğrafçı Pablo Martinez Muñiz’in objektifinden İstanbul manzaraları



‘İki kıta arasında bitmeyen gerilim’



Bu yazı Taraf Gazetesi'nin Pazar Eki'nde 25 Ocak 2009 tarihinde yayınlanmıştır.



2003’den bu yana İstanbul’da yaşayan İspanyol sanatçı Pablo Martinez Muñiz, BM SUMA Çağdaş Sanat Merkezi’nde, mekanın 10 odasını kaplayan ve farklı serilerden oluşan fotoğraflarında kendi İstanbul’unu anlatıyor.

Muñiz, İstanbul’a ilk kez turist olarak 2001’de gelmiş ve kentin dinamik yaşam biçiminden çok etkilenmiş. O tarihte Atina Güzel Sanatlar Fakültesi’nde fotoğraf okuyan genç sanatçı, ülkesi İspanya’ya döndükten hemen sonra İstanbul’da, yani aşık olduğum kentte nasıl yaşarım diye düşünmeye başlamış. Neyse ki şans yüzüne gülmüş ve Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nden burs alarak 2002’de buraya ‘temelli’ yerleşmiş.

Ancak Atina’dan sonra buradaki üniversite hayatı Pablo’ya pek de tatmin edici gelmemiş. Hatta biraz hayalkırıklığına uğradığını itiraf ediyor ve okulunu bir güzel sanatlar fakültesinden beklenmeyecek kadar katı ve tutucu bulduğunu söylüyor. Bursu sona erince her koşulda İstanbul’da kalmaya kesin karar veriyor ve o gün bugündür de kopamıyor.

BM SUMA Çağdaş Sanat Merkezi’ndeki çalışmaları Pablo’nun son altı yıldır çektiği Kurban; Sürgünler: Yılmaz Güney’in Anısına; Fragmentpolis; Bitmemiş Binalar; Sessizlik: Kervan Yolu ve Çölde; Edebi Yıkımın Hatıraları; Bayrak Saplantıya Dönüştüğünde; İran-Nari; ve Kent Bir Aşktır, Kent Bir Rüyadır... o İstanbul’dur! başlıklı fotoğraflardan oluşuyor. Bundan önceki ilk profesyonel sergisini 2003 yılında İstanbul’daki Cervantes Enstitüsü’nde gerçekleştiren Pablo, fotoğrafı kişisel bir sanat projesi olarak gördüğünü ve zamanının büyük bölümünü bu işe adadığını söylüyor.

Pablo’nun galerinin 10 farklı odasına serpiştirdiği fotoğrafları arasında belki en dikkat çekici olan Yılmaz Güney’in Anısına çektiği Sürgünler serisi. Bu seriye Duvar filmini izledikten sonra karar verdiğini söyleyen Pablo aslında Duvar filmi ile İstanbul’da yaşayan sokak çocukları arasında bir bağ kuruyor. Filmde anlatılan çocuklar kadar, bugün gerçek hayatta rastladığımız bu sokak çocukları da masumiyetlerini yitirmiş, acımasız bir hayatın ortasına atılarak birer yetişkin olmaya zorlanmış çocuklar...


Pablo’ya İstanbul’un kendisi için taşıdığı anlamı soruyorum, bana Gülsün Karamustafa’nın bir cümlesiyle karşılık veriyor: ‘İstanbul iki kıta arasındaki gerilimdir’. Pablo bu gerilimin aslında büyük ve hoş bir enerji yarattığını düşünüyor. ‘Biraz klişe gibi olacak ama’ diyor, ‘’Bu asırlık kentin kimliğini, içinde yaşattığı zıtlıklar ve gerilimler oluşturuyor. Sıradışı bir tarih, özgün bir mimari, umursamaz ve sorumsuz siyasetçiler, zengin ve yoksul sınıflar arasındaki büyük uçurum, Anadolu’dan kente göçenlerle birlikte gelen uyum sorunları ve tabi ki klasik olarak söylendiği gibi Doğu’nun ve Batı’nın karşılaşma noktası...

Sonuç olarak İstanbul nasıl tarif edilebilir ? Belki de bir karşıtlıklar ve benzerlikler kenti. Bu yüzden başka hiç bir kentin sahip olamayacağı türden bir ayrıcalığı var diye düşünüyorum. Bu nedenledir ki gerek Anadolu’dan göç edenleri gerekse benim gibi yabancıları tarih boyunca kendisine çekmiş ve çekmeye devam ediyor’’.

Peki ilk görüşte aşık olduğu İstanbul ile altı yıllık yaşam deneyiminden sonraki İstanbul arasında fark var mı?

‘’Sosyal ve kültürel gelişim açısından ilginç bir süreç yaşanıyor’’ diyor Pablo. Üstelik bu değişime oldukça olumlu bir noktadan bakıyor. ‘’Karşılıklı kültürel etkileşim anlamında altı yıl önce ile bugün arasında büyük farklar var elbette. Yavaş da olsa, ‘Oryantalist Türk’ kavramı tarihe karışıyor, daha olgun ve önyargılardan uzak bir toplum oluşuyor sanki. Öte yandan, öğretmenlik yaptığım Cervantes Enstitüsü’nde karşıma çıkan öğrencileri izliyorum. Gençlerin daha açık ve şeffaf bir toplum ve siyaset ortamı talep ettiklerini görüyorum. Ama bazen, ki bugün dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi, bu özgürlük talepleri gelişmiş Batılı ülkelerin ya da ABD’nin yaşam biçimini kopya etmek anlamına da gelebiliyor’’.
Avrupa cephesinden bakılacak olursa Türkiye’nin hala bir tanınma sorunu olduğunu düşünen Pablo, kendi toplumunun da önyargılarından bahsediyor; ‘‘Türkiye, bugün sıradan bir Avrupalı için tatilini geçirebileceği egzotik bir ülke olarak kodlanmış durumda. Türkiye’ye gelip de Kapadokya’nın doğusunu merak eden bir Avrupalıya rastlamanız çok enderdir. İstanbul’a yaşamak üzere gelen yabancıların büyük çoğunluğu da Cihangir’e yerleşir. Bu nedenle Türkiye’nin bundan daha fazlasını hak ettiğini ve klişeleşmiş değerler dışında da sahip olduğu çok fazla şey olduğunu göstermek şart. Bu hem Türklerin hem de biraz da Avrupalıların sorumluluğu bence. Çünkü vizyonumuzu ne kadar sığlaştırırsak biribirimizi anlama olanaklarını da o kadar kısıtlamış oluruz’’.

Eh, doğru söze ne denir...Pablo’ya teşekkür ediyor ve onu İstanbul’un kentsel dönüşüm kapsamında değişen yüzlerini konu aldığı yeni fotoğraf projesi Fragmentpolis ile başbaşa bırakıyoruz.

Endülüs’te zamanın kollarında…



Bu yazı Taraf Gazetesi'nin Pazar Eki'nde Ocak 2009'da yayınlanmıştır.


‘Avrupa aslında Pireneler’de başlarmış, hadi canim burunlarından ötesini göremez onlar!’… Bir Endülüslü ile olur da Avrupa Birliği muhabbetine girmişseniz, sohbetin bir noktasında bu cümleyi duymamanız mümkün değildir.

Kibirli Avrupalıların çok değil 30 -40 yıl öncesine dek ‘Afrikalılardan farkları yok’ diye dudak büktüğü İspanyollar, belki daha çok Endülüslüler diyelim, söz birlikten ve AB politikalarından açılınca taşı gediğe koymayı hiç ihmal etmez.

Endülüslünün öfkesi sadece ‘kendini beğenmiş’ Avrupalılara değildir. Aslında kendi topraklarında, ya da daha doğru bir deyişle söylersek İspanya’nın 17 özerk bölgesinden biri olan bu bölgede bile diğer özerk komşularının üstten bakışlarını hissederler hep üzerlerinde. Ne de olsa İspanya’nın görünürdeki zenginliğinin kaynağı Katalunya’dır, Bask’tır, Madrid’tir. Endülüs gibi İspanya’nın diğer özerk bölgelerinden kuzeydeki Galicia ve Extremadura ne de olsa daha az gelişmiş olduklarından (!) biraz boynu bükük, biraz da yetim kalmışlardır sanki.

Oysa Endülüs, İspanya’nın incisidir, gülüdür, neşesidir, bereketidir. Şakacı, rahatlarına düşkün, biraz maço, biraz kaba ama hep güleryüzlü Endülüslüler olmaksızın aslında İspanya belki de hiçtir.


Batı aydınlanmasının beşiği


Ayrıca altını kalınca çizmekte bir kez daha yarar var Endülüs, Avrupa’nın erken Rönesans yaşamış en önemli coğrafyasıdır. Asırlar önce Müslüman egemenliğinde olan İspanya’da o dönemde yaşanan bilimsel aydınlanma olmasaydı Avrupalı dostlar ne Reform ne de Rönesans kavramlarıyla tanışık olacaklardı bugün. Çünkü İspanya, Arap egemenliğinde yaşarken sanat, uygarlık, bilim açısından o kadar ileri gitmiş ve öyle bilginler yetiştirmişti ki, o dönemde Avrupalı krallar, soylular çocuklarını iyi eğitim almaları için akın akın Endülüs’e gönderiyor, Arapça Avrupa’nın önde gelen üniversitelerinde ders olarak okutuluyordu.


Ancak, Katolik Krallar’ın, Isabel ve Ferdinand’ın başa geçip de İspanya’yı Hıristiyanlaştırma sürecine girişmeleri ile birlikte – ki bu döneme tarihte Reconquista (Yeni Fetih) deniyor- İspanya’da Arap-İslam hakimiyeti 1492’de sona erdi.

Burada ilginç bir bilgiyi de aktaralım; İspanya’yı Hıristiyanlaştırma planının bir parçası olarak Endülüs Müslümanları (Mudejares) ve Endülüs Yahudileri (Sefardiler) ülkeyi terk etmeye zorlanmış. Kurulan Engizisyon Mahkemelerinden kaçabilenler soluğu başka ülkelerde almış. Bu dönemde Osmanlı topraklarına, İstanbul, Edirne, Selanik, Bursa gibi kentlere çok sayıda Yahudi yerleşmiş. Merak edenler bu konu hakkındaki ender kaynaklardan biri olan ‘Endülüslülerin Osmanlı'ya Göçleri’ adlı kitaba göz atabilir. (İz Yayıncılık, İstanbul 2007)

Hırıstiyanlaştırılma mevzuna gelince, İspanya bugün anayasasında ‘devletin dini yoktur’ diyen ve tüm inançlara eşit mesafede duran bir ülke.

Tarihi boyunca yedi farklı ırk ve üç büyük dini barındıran çok kültürlü yapısıyla bir hoşgörü uygarlığı ve Batı aydınlanmasının beşiği olan Endülüs’e uzanıyoruz bu kez. Granada, Cordoba ve Sevilla sokaklarını arşınlıyoruz…

Yolunuz bu üç güzel kentten birine, ya da şanslı iseniz her üçüne de birden düşerse kendinizi mistik bir peri masalında hissetmemeniz için hiçbir neden yok. Özellikle de Sierra Nevada dağlarına arkasını yaslamış Granada’da dünyanın en romantik, büyülü mekanlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. General Life bahçeleri ve Alhambra Sarayı’nı gören herkes de böyle söylüyor. Alhambra’nın her milimetrekaresine işlenmiş süsleme ve oymaların dünyada bir benzerini bulmak sanırız imkansız. 9. yüzyıla tarihlenen bu yapıtın her noktasında Arap süsleme sanatının farklı örnekleri var. Arapçada kırmızı anlamına gelen Alhambra’nın General Life adı verilen bahçeleri ise Araplar tarafından Cennet-ül Arif (Alim Cenneti) olarak isimlendirilmiş.


Lorca’nın Gırnata’sı

Arap –Müslüman (Mağrip) egemenliğinin uzunca bir dönem hüküm sürdüğü Granada, “Büyük Kale” anlamına geliyor. Kentin bilinen en eski halkını Yahudiler oluşturuyor Mağripliler kenti alırken, Yahudi nüfusundan ötürü “Garnat-al-Yahud” adını veriyorlar. Zaman için bu ad Gırnata ve Granada’ya doğru evriliyor.
Granada aynı zamanda 1936-1939 yılları arasında süren İspanyol İç Savaşı’nda Falanjistler, yani diktatör Franco’nun Fas’tan getirttiği paralı askerlere direnen son kalelerden biri. . Granada’nın bir diğer özelliği de İspanyol dilinin en büyük ozanlarından, 1939’da faşistlerce kurşuna dizilerek öldürülen Federico Garcia Lorca’nın memleketi olması.

“Ölümle baş başa yürürken görülen,
”Ölüm, güzel çingenem, ölümümsün dün de bu gün de,
Ah! Ne kadar rahatım seninle baş başa,
İçime çekerken Gırnata'nın havasını,
Benim Gırnata'mın’’.


Lorca’yı yalnız Endülüs ve İspanya’nın değil dünyanın en büyük ozanlarından biri yapan Granada’nın sokaklarını arşınlarken sadece 70 yıl önce sona eren iç savaşa dair tek bir ize bile rastlamazken kentin 9. yüzyıla uzanan tarihinden hala bazı izler bulmak şaşırtıcı doğrusu. Aklıma, İstanbul’da bir plakçıdan aldığım İspanya Devrim Şarkıları adlı albüm geliyor.

“Bakın Türkiye’den size bir armağan getirdim” diye dinlettirdiğim, muhtemelen taş plaklardan kayıt edilmiş cızırtılı marşları duyunca birkaç yıl önce Sevilla’da misafir olduğum evin orta yaşlı sakinlerinin yüzlerinin nasıl allak bullak olduğunu ve “Şimdi bunları dinleme zamanı değil, her şey geride kaldı” diyerek müzik çaları nasıl da hızla kapatıp konuyu değiştirmeye çalıştıklarını anımsıyorum. Anlıyorum ki, savaşın izleri görünürde silinmiş olsa da, hala hayatta olan bir kuşağın içine gömdüğü anılar hala son derece canlı ve acı.

Savaşı, Lorca’nın Gırnata’sını ve Alhambra’yı ardımızda bırakıp bu kez Cordoba’ya devam ediyoruz.



Arap egemenliği döneminde Endülüs’ün sanat ve kültür merkezi olarak bilinen Cordoba, Arap, Yahudi ve Hıristiyan kültürünün iç içe yaşamış olduğu bir coğrafya. Kentin
‘land-mark’ı olarak tanımlayabileceğimiz en önemli yapı La Mezquita ya da Cordoba Camii. 784 yılına uzanan tarihiyle La Mezquita dünyanın en büyük camilerinden biri. Endülüs- Arap mimarisinin tipik özelliklerini taşıyan La Mezquita’nın mihrabında İstanbul’dan getirilen mozaikler kullanılmış. Camininiçi kadar geniş bahçesindeki avlusu da görkemli. Avluyu çevreleyen portakal ağaçlarının yaydığı mis kokular içinde Binbir Gece Masalları’ında gezintiye çıkıyor sanki insan.

Cordoba’nın ünlü La Juderia’sı (Yahudi Mahallesi) ise UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası’na dahil edilmiş. Yahudiler, 2. asırdan İspanya’dan kovuldukları 1492 yılına dek Endülüs’ün ve özellikle de Cordoba’nın önemli etnik unsularından biriymiş. Müslümanlar döneminde Yahudiler ve Hıristiyanlara dini özgürlükleri ve kendilerini yönetme yetkisi tanınmış. 11 ve 12. yüzyıllarda İspanya’daki Yahudi nüfusu en refah, en üretken dönemini yaşamış. Rakipleri yoksulluktan kıvranırken Cordoba, zengin entelektüel hayatı, kütüphaneleri, üniversitesi, bilginleri ve ticaret hayatındaki saygın yeri ile Batı Avrupa kentleri arasında ayrıcalıklı bir yere ulaşmış.

Ne yazık ki refah dönemi 1492’de Katolik Krallar Isabel ve Ferdinand’ın ülkeyi Hıristiyan olmayan unsurlardan temizleme planı çerçevesinde sona ermiş ve tüm İspanya’da olduğu gibi Cordoba’da da Yahudiler’in büyük bölümü ülkeyi terk etmeyi, kalanlar da din değiştirerek Hıristiyanlığı seçmeye zorlanmış. Sahip oldukları her şey ise ellerinden alınmış. Bugün İspanya’da kalan üç sinagogdan biri ve en gösterişlisi Cordoba’da bulunuyor.

Ve Sevilla…Endülüs’ün kalbi. Sanatın, finansın, turizmin, eğlencenin kısacası hayatın tüm canlılığıyla aktığı kıpır kıpır bir kent.
Aynı zamanda Ibn-i Arabi, Ibn-i Haldun gibi bilginleri, Velasquez, Murillo gibi Barok dönemi ressamları, Antonio Machado gibi şairleri yetiştirmiş, Bizet’nin ‘Carmen’i, Rossini’nin ‘Sevil Berberi’, Mozart’ın ‘Don Giovanni’si gibi opera tarihinin ünlü yapıtlarına konu olmuş, Cervantes Don Kişot’u Sevilla hapishanesinde yazmış.


Beyazperdede de sık sık boy göstermiş Sevilla. En ünlü örneği hatırlayalım; ‘Tutkunun Karanlık Nesnesi (Buñuel). Ayrıca popüler romancı Dan Brown, ‘Dijital Kale’de Sevilla’ya özel bir yer vermiş ve kendisini üne kavuşturan ‘Da Vinci Şifresi’ni yazarken bir dönem Sevilla Üniversitesi’nde sanat tarihi derslerini takip etmiş. Kısacası, ‘çekim merkezi’ lafı, bu güzel kent için söylenmiş sanki.

Fiesta ve tapas cenneti

Endülüs coğrafyasında olduğu gibi burada da Arap etkileri en fazla mimaride kendini gösteriyor. 12. asırda yapılan Sevilla Camii’nin yerinde bugün tüm görkemiyle La Catedral yükseliyor. Cordoba Camii’nin bir benzeri olarak yapılan camiden bugün sadece minaresi (La Giralda) ayakta kalmış. Sevilla’nın simgelerinden biri de Quadalqivir nehrinin yanı başındaki Altın Kule üzerini kaplayan altın yaldızlı çiniler yüzünden bu adla anılıyor.
Endülüs, ‘fiesta’ yani festivaller cenneti bir diyar. Hemen her kentin, her köyün kendine özgü bayramları, festivalleri var. Sevilla’da bilinen en büyük kutlama genellikle Paskalya’yı izleyen haftalar içinde yapılan Feria de Abril ve Eylül’deki Flamenco Bienali. Feria de Abril kutlamalarında Sevillalı kadınlar uzun eteklerini giyip saçlarına güller takıyor, erkekler de geleneksel folklorik kıyafetlerine bürünüp faytonlara kuruluyor ve kent meydanlarındaki eğlencelere katılıyorlar. Nisan-Ekim ayları arasında bir tarihte Güney İspanya’da olacaksanız bu festivallerden birine denk gelmemeniz küçük bir ihtimal.

Endülüslülerin mutfak kültürü de tipik Akdeniz çeşitliliğini yansıtıyor. Bilindiği gibi İspanya, özellikle de Güney İspanya şarap ve zeytinyağında konusunda dünyanın sayılı üreticilerinden biri. Şarap, kültürel yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu için pek çok bölgede özellikle hasat zamanı şarap festivalleri yapılıyor. Endülüs’te bir bara gittiğinizde en çok tüketilen şarap cinsinin Fino adı verilen, sofra şarabından bir miktar daha sert olan şarap olduğunu göreceksiniz. Özellikle yemek öncesi aperetif olarak tercih ediliyor.

Endülüslüler son derece sosyal insanlar oldukları için yaşamlarının büyük bir kısmı ev dışında bar ve cafelerde geçiyor. Tapas adı verilen tadımlık mezeler sunan barlar her kentte fazlasıyla mevcut. Sevilla’lılar tapas barlara o kadar rağbet ediyorlar ki, günlük hayatta çok sık kullanılan Tapeo sözcüğünü (bir bardan diğerine dolaşarak bir şeyler atıştırmak) dillerinden hiç düşürmüyorlar.

Tapas, kapatmak, üstünü örtmek anlamına geliyor. Yemekten önce iştahı dengelemek ya da iştahı kapatmak anlamlarına da geliyor bu ifade. Eskiden tapas barlara gidildiğinde, yanında bir kadeh de şarap ikram edilirmiş. Ama ne yazık ki bu güzel alışkanlık artık yok.
Son bir not, Endülüs’te zaman kavramı konusunda dikkatli olmanız yönünde. Güneyin rahat ve sıcak atmosferinden olsa gerek bu bölgede insanlar biraz daha ağırkanlı, telaşsız ve hatta gamsız. İstanbul’da her günü bitmek bilmek bir telaş içinde tükettiğimizden burada zaman neredeyse durmuş gibi geliyor insana. Eğer Endülüs’te zamanın keyfine varmak istiyorsanız siz de eski alışkanlıklardan bir an önce kurtulmaya bakın. Sabah kahvaltısının 11:00, öğle 16:00 ve akşam yemeğinin de 22:00 civarında yenildiğini, bu saatler dışında başınızın çaresine bakmanız gerektiğini unutmayın!

Gaudi'nin tamamlayamadığı başyapıt La Sagrada Familia





Bu yazı Taraf Gazetesi'nin Pazar Eki'nde Kasım 2008'de yayınlanmıştır


Her ne kadar Alan Parsons Project, La Sagrada Familia’nın adını taşıyan o meşhur şarkıda ‘’Rüzgar dindi, fırtına sona erdi. Tanrı’nın gazabı dindi, toprağımıza barış geldi’ dese de, Barcelona’nın gözbebeği, Gaudi’nin baş yapıtı La Sagrada Familia hakkında yıllardır süren ‘bitirilsin mi, olduğu gibi kalsın mı’ tartışmasının sona ermesi hala çok uzak bir ihtimal görünüyor.

Dünyanın sayılı cazibe merkezlerinden Barcelona’yı Barcelona yapan ünlü Katalan mimar Antonio Gaudi’nin bir türlü bitirilemeyen eseri La Sagrada Familia, aslında oldukça bahtsız bir yapıt .

Gaudi’nin beklenmedik ölümüyle yarım kalan bu görkemli kiliseyle ilgili tartışmalar bugün her zamankinden daha ateşli biçimde sürüyor.

Gaudi’nin bir tramvayın altında kalarak ölümünden bugüne dek geçen 82 yıldır tamamlanmaya çalışılan kilise için İspanyol, Katalan, Japon mimarların yer aldığı çeşitli proje ekipleri kuruldu, ihaleler açıldı, kimileri sonuçlandı, bağışlar toplandı. Ama sonuç olarak kimseyi tatmin eden bir gelişme olmadı.

Eleştirilerin en önemli bölümü proje için harcanan parada düğümleniyor. Kilisenin ve insanların bağışlarıyla yaşayan La Sagrada Familia ‘ya bugüne dek milyonlarca Euro harcanması Katalanların canını artık iyiden iyiye sıkıyor . Kentte yapılması gereken o kadar iş varken bu kadar büyük meblağların bu projeye harcanıyor oluşu pek çok kişiyi öfkelendiriyor. Üstüne üstlük, Gaudi’nin geride projeye dair hiçbir yazılı plan bırakmamış olması işleri daha da karıştırıyor. Bugüne kadar yapılan her türlü yeniliğin aslında Gaudi’nin isyankar, kalıpları yıkan ruhuna, daha önemlisi rüyasına ihanet anlamına geldiği söyleniyor.

Yenilikçi kanat ise eleştirilere Gaudi’nin kendi cümlesiyle yanıt veriyor: ‘La Sagrada Familia, Tanrı’nın ellerinde yükselecek bir eserdir, ki bu eseri halkın gönüllüğü ve istekliliği yükseltecektir’’.



Gaudi için kırmızı alarm verildi, Manifesto’cular iş başında



Kilisenin yeniden yapım sürecinde yaşanan tartışmalar bu minvalde süre dursun, Barcelona halkı şimdi de başka bir projeyi, yapımı devam eden Hızlı Tren (AVE) projesini tartışıyor.
İspanya ile Fransa’yı birbirine bağlayacak olan hızlı trenin La Sagrada Familia’nın 170 metre kadar altından geçecek olması zaten karmaşık olan süreci daha da zora sokacağa benziyor.

Tüm bu tartışmalar, neredeyse 100 yıldır süren yeniden inşa sürecinde Gaudi’ye ve eserine büyük zarar verildiğini, eserin artık Gaudi imzası taşımadığını düşünenlerin sayısının da hızla çoğalmasına yol açıyor.

1990’ların başında kilisenin arka cephesine eklenen yeni heykeller nedeniyle günlerce protestocuların akınına uğrayan La Sagrada Familia için geçtiğimiz aylarda ‘Gaudi için Kırmızı Alarm’ başlıklı bir manifesto yayınlandı. Manifesto, tüm bu çalışmaların Gaudi’nin eserini kişiliksizleştirdiğini ve La Sagrada Familia’nın artık bir Gaudi yapıtı olmaktan çıktığı savunuyor. Gaudi’nin kişisel imzasından geriye hiç bir iz kalmadığını düşünen manifestoculara göre bir avuç ikiyüzlü teknik adam ve mühendis bu büyük yapıtı yok etmeye kararlı.

Sanat eleştirmenleri, mimarlar, müze, galeri direktörleri ve aralarında Reina Sofia Müzesi’nin müdürü Manuel Borja-Villel gibi önemli entelektüellerin de yer aldığı Gaudi İçin Kırmızı Alarm Manifestosu grubu, her hafta yüzlerce imzayla büyüyor. La Sagrada Familia’nın bunca yıldır çektiği eziyeti ‘anıtsal bir skandal’ olarak yorumlayan protestocular kamuoyunun desteğini almaya çalışıyorlar. (Manifesto metni için www.fadweb.org).

Bu arada gözden kaçan bir ayrıntı da, Gaudi’nin tamamlayamadığı tek eserin La Sagrada Familia olmaması. Usta mimarın imzasını taşıyan bir başka yapı olan Colonia Güell Kilisesi de tamamlanma bahanesiyle orijinal görüntüsünü yitirmiş ve yetmezmiş gibi bu iş için ayrılan para har vurup harman savrulmuş. Dolayısıyla Gaudi için Kırmızı Alarm hareketi, mimarın bir nevi vasiyeti olarak kabul edilen yukarıdaki sözlerinde de işaret ettiği ‘kiliseyi yükseltecek halk’ın gerçek yansıması belki de…




‘Bir dehayı mı yoksa bir budalaya mezun ediyoruz bilmiyorum’’



Barcelona Mimarlık Okulu rektörü Elias Rogent’ın, okulun 1878’deki mezuniyet töreninde öğrencisi Gaudi’ye böyle sesleniyordu.
Katalan kültürünün en önemli figürlerinden biri olan Antonio Gaudi, 1852 yılında Katalunya’nın Reus kasabasında doğdu. Mimarlık öğrenimini Barcelona’da tamamladı. Mimarlığın yanı sıra mobilya ve obje tasarımları yaptı, şehir planlamacalığı alanında çalıştı ve tüm bu disiplinlerde tamamen kendine has, benzersiz bir dil geliştirerek,yarattığı eserlere özel bir ruh verdi.

Çocukluğunda yakalandığı bir hastalık onu zaman zaman kırsaldaki aile evinde uzun süreli dinlenmelere zorluyordu. Gaudi bu zorunlu dinlenme anlarını fırsat bilerek doğayı inceliyordu. Eserlerindeki organik formlar, doğanın esinlediği biçemler işte bu gözlemlerin sonucuydu. Katalanca konuşmanın illegal olduğu bir dönemde, Katalanca konuştuğu için tutuklandığı söylenen ünlü mimar, yine başka bir iddiaya göre aslında renk körüydü ve yardımcısı Joseph Maria Jujol’un desteği olmadan mesleğini icra edemiyordu.

La Sagrada Familia Kilisesi ise, Gaudi’nin doğayla ilişkisinden esintiler taşımakla birlikte aştan aşağı dini referanslarla örülü bir yapıt . Örneğin kilisedeki 18 çan İsa, Meryem, havariler ve İsa’ya inanan azizleri sembolize ediyor, ayrıca kilisenin üç farklı yüzünde İsa’nın doğumundan ölümüne uzanan İncil’den sahneler ince ince tasvir ediliyor.

Gaudi, hayatının çok uzun bir bölümünü La Sagrada Familia kilisesinin yapımına adadı. Kilisenin yapımına 1882’de başlanmıştı. 1883 sonlarında projeye dahil olan Gaudi, ölümüne dek kiliseden neredeyse hiç ayrılmadı. Koyu Katolik inancına sahip mistik bir sanatçı olarak bir 20. yüzyıl katedrali yaratmayı arzuluyordu. Sadece tüm enerjisini esere ayırmakla kalmadı, stüdyosunu da inşaata taşıdı.


Kimsesizler hastanesinde biten bir yaşam


1926’da, 74 yaşındayken Barcelona sokaklarında hızla giden bir tramvayın ağır yaraladığı Gaudi, kilisenin inşaatıyla öylesine meşguldu ki, hırpani kılığı ve dilenciye benzer görüntüsü nedeniyle kimse bu ağır yaralı ve yaşlı adamın ünlü mimar Gaudi olduğunu anlayamadı. Hatta o sırada yoldan geçen birkaç taksici, yerde bilinçsizce yatan adamın sefil görüntüsü nedeniyle onu hastaneye götürmeye bile tenezzül etmedi. Sağlığında da oldukça içe kapalı bir hayat süren Gaudi’nin tanınmaması aslında doğaldı, hatta gazetecilerden köşe bucak kaçtığı için bugün arşivlerde doğru dürüst bir fotoğrafını bulmak çok zor.

Antonio Gaudi, kazadan sonra kaldırıldığı kimsesizler hastanesinde birkaç gün içinde yaşama gözlerini yumdu. Naaşı daha sonra, büyük bir törenle, 43 yılını verdiği La Sagrada Familia'ya gömüldü. Cenaze töreninde Barcelona halkının yarısı matem rengi olan siyaha bürünmüş bir halde, büyük mimara son görevlerini yerine getirmek için oradaydı.

Ateşli bir Katalan milliyetçisi olan Gaudi, bugün de Katalanların en sevdiği figürlerin başında geliyor. 2002 yılında kutladıkları Gaudi Yılı çerçevesinde doğumunun 150. Yılında mimarlarına olan sevgilerini ve bağlılıklarını düzenlenen kapsamlı etkinlikler ile bir kez daha gösterdi Barcelona halkı.
Gaudi’nin UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki eserleri arasında, yakın dostu ve hamisi Eusebi Güell için yaptığı Park Güell, Güell Kilisesi ve Güell Sarayı, Casa Milà, Sagrada Familia’nın “İsa’nın Doğuşu” cephesi ile yeraltı türbesi ve Casa Battlo ve bulunuyor.


Alan Parsons Project’in Gaudi’si


Antonio Gaudi, ‘70 ve 80’lerin önde gelen gruplarından Alan Parsons Project’in 1987 tarihli albümüne de ismini verdi. Gaudi albümü, La Sagrada Familia, Too Late, Closer to Heaven, Paseo de Gracia gibi çoğu Gaudi’den, yaşamı ve eserlerinden ilham alan şarkılardan oluşuyor.

İşin tuhafı, Gaudi albümü, Alan Parsons Project’in düzenli olarak çalıştığı plak şirketi Arista Records’dan çıkardığı son albüm oldu. Bir söylentiye göre yapımcı şirket ‘Bu da ne böyle’ diye tepki göstermişti. ‘İspanyol bir mimar hakkında bir albüm yapmış bunlar, yahu biz rock’n roll işindeyiz, bu adamlar bizimle dalga mı geçiyor?’

Lizbon’da İstanbul’u bulmak



Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.




Bu yazı Taraf Gazetesi Pazar Eki'nde (Aralık 2008) yayınlanmıştır


Cevat Çapan’ın Türkçeleştirdiği Fernando Pessoa’nın yukarıdaki dizeleri eşliğinde Avrupa’nın en batı ucunda, Portekiz’in başkenti Lizbon’dayız.

Pessoa’nın yaşamının 30 yılını geçirdiği Lizbon, konuklarına birden çok yüzünü gösteren değişken bir kent. Bir yönüyle hiçbir dilde karşılığı olmayan, sadece bu dile coğrafyaya özgü bir ruh hali olarak tanımlanabilecek Saudosismo’nun (geçmişe özlem) etkisini hala üzerinden atamamış, hasretin ve hüznün kenti olarak karşınıza çıkıveriyor, bazen de tramvayları, Brezilyalı nüfusun idare ettiği renkli gece hayatı, şık alışveriş semtleri ile Atlantik’e kıyısı olmasına rağmen tipik bir Akdeniz kenti havasını taşıyor.

İstanbul’dan Lizbon’a giden hemen herkes iki kentin ne çok ortak yönü olduğu konusunda hem fikir. Tıpkı İstanbul gibi, Lizbon’da yedi tepeli. İstanbul nasıl iki yakaya ayrılmışsa Lizbon’un da ortasından, adı Tejo olan bir nehir geçiyor ve yine tıpkı bizim Boğaz köprümüz gibi onların da 25 Nisan Köprüsü salınarak uzanıyor iki yaka arasında.

Mimari ve coğrafi benzerlikler bununla da bitmiyor. Bizim insanımız kadar –en azından genel çoğunluk diyelim- içe kapalı, hayli utangaç bir yapısı var Portekizlilerin. Tıpkı İstanbul’un Doğu’nun Batı’ya açılan ucu olması gibi, onlar da Batı’nın en Doğu’sunda olmakla, iki coğrafya, iki kültür, iki yaka arasında ‘arada kalmışlık’ duygusunu yaşıyor gibiler.

Hatta itiraf etmeseler de, öfkeyle karışık bir hayranlık besledikleri komşuları İspanya tarafından neredeyse sıkıştırıldıkları bu ufacık kara parçasında sırtlarını okyanusa vermiş, kederli ama gururlu bir tavırla yaşayan insanların kenti burası.

Her şey bir yana benim Lizbon’da yapmaktan en çok hoşlandığım şey kent içi ulaşımı sağlayan sevimli tramvaylara binip şehri keşfetmek oldu. Tramvay, Lizbon’da yaşayanlar için yaşamın ayrılmaz bir parçası.

Malum, kent yedi tepe üzerine kurulduğu için her yer yokuş. Yaya olarak gideceğiniz en kısa mesafede bile nefes nefese kalıyorsunuz. Tabi bu coğrafi zorunluluk tramvay hattı ile birlikte pek çok asansörlü kule inşa edilmesini gerekli kılıyor. Elevador da Glória, Elevador da Bica ve Elevador da Larva diye anılan tarihi kulelere tırmanıp kenti kuşbakışı izlemek büyük keyif.


Belem’de Kız Kulesi’ni görmek


Tejo Nehri’ni kıyı boyu izleyen bir başka tramvay ise sizi kentin en eski yerleşimlerinden Belem’e götürüyor. Burada tüm görkemiyle Jeronimos Manastırı yükseliyor. Baharat ticareti sayesinde zenginleşen Portekizliler bu manastırı inşa ederken tonlarca altın kullanmış. 1501 yılında inşasına başlanan ve 70 yılda bitirilen manastır Gotik ve Rönesans dönemi mimarisinden esinlenmeler taşıyor.

Manastırın yanı sıra burada görülmesi gereken bir başka mekan da Belem Kulesi. İşte kendimizi İstanbul’da hissetmemizi sağlayan bir başka neden daha! Belem’e baktıkça Kız Kulesi’nin restorasyon öncesi halini görür gibi oluyoruz.Ve bu eski mahalleden ayrılmadan önce Belem’in ünlü hamur tatlısının tadına bakıp yolumuza devam ediyoruz.

Lizbon’un kadim yerleşim bölgelerinden Alfama’ya vardığımızda ise kentin Doğu’lu geçmişinde bir yolculuğa çıkıyoruz adeta. 12. asırdan beridir var olan bu bölgeye Mağripliler ‘Al-Hamma’ adını vermiş. Arap ve Roma kültürünün izleri hala canlı. Alfama’nın daracık yokuşlarını tırmanırken şehrin en güzel Fado barlarının burada olduğunu söylüyor semt sakinleri.

Mecburen bir barda soluklanıyor ve buğulu gözleriyle şarkı söyleyen orta yaşlı bir kadını sessizce dinliyoruz. Fado, Portekiz’in dünyaya armağan ettiği bir müzik türü. Genellikle melankolik sözler ağır tempolu, hüzünlü ezgilere eşlik ediyor. Fado kader, özlem ve biraz da nostaljiyle eş anlamlı. Eski zamanlarda kocaları denize açılan kadınların kıyıda eşlerini beklerken yaktıkları bu ağıtlar bugün Lizbon’un turistik mahallerinde en pahalısı 15 Euro’ya sunulan bir bardak Porto şarabı eşliğinde dinleyenleri melankolizme sürüklüyor.


Boğa güreşi üstüne Fado konseri


Hızımız alamıyor ve Fado Müzesi ‘ne yollanıyoruz. Yaklaşık 10 yıl önce açılmış olan müzede fotoğraflar, eski kayıtlar, plaklar arasında ‘Ana Kraliçe’ Amália Rodrigues’ten başlayarak Mariza ve Misia gibi günümüzün Fado yorumcularına tarih boyunca gelmiş geçmiş ünlü Fadista’lara dair bilgi ve video performanslarıyla dolu dolu saatler geçiriyoruz . Bu arada Fado’yu Portekiz sınırlarına taşıyarak dünyaya tanıtan ilk sanatçı olan Amália Rodrigues’in bugün bile bir efsane olarak anılmaya devam ettiğini ve evinin küçük bir müzeye dönüştürüldüğünü belirtelim.

Fado’nun çıkış tarihi aslında 1800’lerin ikinci yarısına uzanıyor. Napolyon Savaşları’ndan yeni çıkmış yorgun ve umutsuz Portekizler toplumsal anlamda yeniden doğuş ümidini sanatçıların, soyluların kısacası tüm halkın birlikte gittiği küçük taverna ve barlarda ararken Maria Severa adında bir kadın çıkıyor ve Portekiz’in en büyük Fado şarkıcısı olarak tarihe geçiyor. Maria, tutkulu ve derin sesi kadar dönemin soylularından Kont Vimioso ile yaşadığı aşk ile de tanınıyor. Kont, Portekiz’de çok eskilere uzanan boğa güreşi geleneğini tekrar canlandırarak hayata geçiren bir soylu. O yıllarda boğa güreşleri Fado konserleriyle birlikte, aynı alanda yapılıyormuş. Hatta boğaları izledikten konsere gitmek bir gelenek halini almış.

Tabi hemen belirtmekte yarar var, Portekiz’de yapılan boğa güreşlerinde İspanya’da olduğu gibi, boğa arenada vahşice öldürülmüyor. Önemli olan, kostümler, müzik ve genel atmosferiyle güreşlerin aslında görsel bir şölen tadında yapılması.

Söz Fado’dan açılmışken, meraklısı için bir not daha düşelim. Portekiz’de iki ayrı Fado ekolü mevcut. Lizbon ekolünün popüler, Coimbra ekolünün ise rafine bir stile sahip olduğu söyleniyor. Hatta derler ki, Lizbon’da alkışlama biçimi bildiğimiz üzere, elleri birbirine tempoyla vurmak iken Coimbra’da şarkıyı dinledikten sonra alkış yerine sanki boğazı temizlermiş gibi hafifçe öksürmek adettenmiş.


Üsküdar’dan Lizbon’a uzanan bir hayat


Şimdi de gelelim Lizbon gezimizin bir başka durağı olan Gülbenkyan Müzesi’ne…Burada da İstanbul ile köprü kuracak önemli bir detay çıkıyor karşımıza. Müzenin kurucusu Sarkis Gülbenkyan, kayıtlara göre Üsküdar doğumlu bir Ermeni olup, 13 yaşına kadar İstanbul’da yaşamış.

Dünyanın bu en önemli sanat koleksiyoncusu bir zamanlar dünya petrol endüstrisinin önde gelen patronlarından biriymiş. 1920’lerin başında kurduğu Türk Petrol Şirketi’nin hisselerini İngiliz, İran ve Hollandalı firmalar arasında kurulan bir konsorsiyuma devrederek, buradan kendi payına yüzde beş hisse ayırdığı için hayatı boyunca ‘Mr. Beş Sent’ diye anılmış.

Başarılı bir iş adamıyken 20.yüzyılın en büyük sanat koleksiyoncusu haline gelen Sarkis Gülbenkyan’ın yaşamöyküsü kadar Lizbon’da kurduğu müze de bir hayli zengin.

Toplam 6 bin parçadan oluşan koleksiyon, Oryantal ve Batılı eserler olmak üzere kabaca ikiye ayrılmış. İran, Türkiye, Suriye, Kafkaslar ve Hindistan’dan dekoratif sanat objelerinin en nadide örneklerini bu müzede görmek mümkün. Hatta İznik çinilerine özel bir yer verilmiş. 16 ve 17. yüzyıllardan Ermeni sanatına dair örnekler arasında ise el yazmaları, İncil gibi daha çok dini referanslı objeler yer alıyor. 18 ve 19. yüzyıl resim sanatının belli başlı Batılı isimleri de koleksiyondaki yerlerini almış. Manet, Dégas, Renoir , Monet, Turner …2006’da Sabancı Müzesi’nde düzenlenen bir sergiyle bu eserlerin bir bölümünü- hatta aralarında Türk resminden az bilinen örnekler de vardı- İstanbul’da izlemiştik.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, savaşın şiddet ve kaosundan uzak bir dünya cenneti aramak için çıktığı yolculukta Lizbon ile tanışan Gülbenkyan, 1955’te noktalanan yaşamının son 33 yılını burada geçirmiş.

İşte, Lizbon’daki son günümüz ve ayrılmak epey zor. Kentin şık semtlerinden Chiado’daki Brasileira Cafe’de, kendisine ayrılmış masayı genellikle edebiyatsever turistlerle paylaşan Fernando Pessoa ile karşılıklı birer kahve içmeden ve onun şu dizelerini mırıldanmadan memlekete dönmek olmaz. Tekrar görüşene dek, hoşçakal yedi tepeli şehir !


’Ben bir hiç kimseyim
Hiçbir zaman da bir şey olmadım
Zaten bir şey olmayı istemeyi de beceremedim
Ve bununla birlikte, bir dünya düş benimle’’

26 Ocak 2009 Pazartesi

http://www.taraf.com.tr/ksanat/default.html