28 Ocak 2016 Perşembe

Türkiye’nin neoliberalizm serüveni

1980’lerden bu yana Türkiye’nin neoliberalizm ile serüvenini farklı boyutlarıyla önümüze koyan The Making of Neoliberal Turkey başlıklı kitap, uluslararası yayın dünyasının saygın kurumlarından Ashgate Yayınevi tarafından yayımlandı.


ÖZGÜR DUYGU DURGUN /RADİKAL KİTAP
27.01.2016

Kitabın başında yer verilen girişte Türkiye'de siyaset ve toplumun bu zamana kadar sürekli olarak Türk devletine atfedilen bir rol ve kapasite üzerinden analiz edildiğini ve bunun sosyal dinamikleri açıklamak adına yeterli olmadığını söylüyorsunuz. Bu bağlamda The Making of Neoliberal Turkey'in ortaya koyduğu yaklaşım nedir?
Ayşecan Terzioğlu: 
Ekonomiden kimlik politikalarına, sağlıktan biyoteknolojiye, cinsiyetçi uygulamalardan kamusal alan ve şehircilik siyasetine, tütün yasasından sporda şiddete neoliberalist gündemin hayatımıza dokunduğu somut alanlara dair tartışmaları saygın üniversitelerden akademisyenlerin makaleleri eşliğinde bir araya getiren The Making of Neoliberal Turkey’i yayına Cenk Özbay (Boğaziçi Üniversitesi), Maral Erol ( İstanbul Medipol Üniversitesi), Ayşecan Terzioğlu ( Koç Üniversitesi) ve Z. Umut Türem (Boğaziçi Üniversitesi) hazırladı. Kitap ocak sonu itibariyle web üzerinden temin edilebilecek.

Kitabın editörlerinden, Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde görev yapan Doç. Dr. Cenk Özbay ve Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde ders vermekte olan Yrd. Doç. Dr. Ayşecan Terzioğlu ile bu kapsamlı kitap ekseninde Türkiye’nin neoliberalizm deneyimini konuştuk.

Gerçekten de Türkiye’de farklı ideolojileri benimsemiş birçok kişinin sahip olduğu “Güçlü ve sağlam bir devletimiz olmalı. Devletin zayıflaması ve içinde çelişkiler barındırması toplumda da önemli sorunlara yol açar” gibi bir algı var. Bir devlet fetişizmi olarak da anlaşılabilecek bu algının devletin toplum yaşamının her alanına müdahale edebilmesini mümkün ve meşru kılan başlıca etkenlerden biri olarak düşünüyorum.  Kitabımızın bölümlerinde, iç ve dış göçlerin düzenlenmesinden kentsel dönüşüm projelerine, tarım uygulamalarından futbol hakkında çıkan kanunlara, beden, sağlık, cinsiyet ve cinsellik hakkındaki normatif söylem ve pratiklerin oluşturulmasına kadar çok farklı konularda devletin çeşitli kurum ve aktörlerinin çoğu zaman baskıcı, tektipleştirici, dışlayıcı, ayrımcı ve ötekileştirici müdahalelerde bulunduğunu okuyoruz. Tabii kitap yalnızca bu müdahaleleri değil, onlara karşı toplumun en azından bir kısmından gelen karşı çıkışları, direnişleri, müzakere denemelerini ve devletin dayattığı norm ve kurallara karşı alternatif arayışlarını da kapsıyor. Bu anlamda kitabımız, 1980’lerden bu yana devletin ve toplumun ürettiği ve maruz kaldığı politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel dinamikleri anlamak ve bu süreçte devletin ve toplumun aktörlerinin hangi karşılaşma noktalarında nasıl iletişimler yaşadığını kavramak açısından önem taşımakta.     


Bu yaklaşım çerçevesinde Türkiye’deki neoliberalizmi anlamak üzere, "Governmentality" ve "Governmentalisation" kavramlarından hareket ettiğinizi belirtiyorsunuz.  Bu  kavramların neoliberalizm ile ilişkisini okurlar için biraz açar mısınız? 
AT:
 Tabii Türkçe’ye genelde yönetimsellik diye çevrilen Governmentality aklımıza hemen Foucault’yu ve onun güç ilişkilerinin belirli aktörler ve eksenler çevresinde cereyan etmesinden ziyade tıpkı bir bedendeki kılcal damarlar gibi her yere yayıldığı ve her alandaki bütün toplumsal ilişkilerde dayatma, benimsenme, yeniden üretme, müzakere edilme ya da karşı çıkılma gibi pratiklerle tezahür ettiği görüşlerini getiriyor. Kitaptaki araştırmalarda verilen bir çok örneği de bu bağlamda okumak mümkün. Daha makro düzeyde de bu durum, Türkiye’de neoliberalizmdeki toplumun “doğal” dinamiklerine çok da müdahale etmeyip, uzaktan denetleyen, şeffaf ve hesap verebilme özelliğine sahip devlet kavramıyla, son yıllarda iyice güçlenen toplumsal yaşamın bütün alanlarına müdahale eden ve “toplumsal düzen ve istikrar için güçlü ve otoriter olması gerekli” olduğu düşünülen devlet kavramının büyük bir kavramsal ve eylemsel çatışma içinde olması şeklinde de anlaşılabilir. Bugün Türkiye gündemindeki herhangi bir toplumsal ve politik sorunun bu şekilde analiz edilebileceğine inanıyorum.         
Toplumsal rıza olmazsa olmaz unsur
Türkiye'de neoliberalizmin gelişimi nasıl gerçekleşti? Dünya üzerindeki diğer örnekleri incelediğinizde hangi açılardan benzerlikler ve farklılıklar görüyorsunuz? Türkiye'nin neoliberalizmle imtihanında ülkeye özgü yönelimler olduğunu söyleyebilir miyiz? (Özellikle asker-devlet- iş dünyası vb. ilişkileri açısından...)
Cenk Özbay:
 Bunu derslerde şöyle anlatıyoruz bazen: Neoliberalizm özetlenmesi mümkün bir takım belli ilkelere dayalı bir program, tutarlılık arz eden bir nevi mantık. Ancak bu programın, bu ilkeler bütününün bu düşünüş biçiminin farklı kurumlar ve farklı aktörlerce farklı toplumsal ve tarihsel koşullarda uygulanması elbette radikal farklılıklar ve bahsettiğimiz o yere ait özellikler içeriyor ve haliyle çeşitleniyor. Yani, tek bir neoliberalizmden bahsetmek mümkünken, ancak neoliberalleşmelerden söz edebiliyoruz. Örneğin, Meksika’nın, Fransa’nın, Türkiye’nin veya Malezya’nın neoliberal ilkeler ve politikalarla verdikleri sınavlar, farklı toplum kesimlerinin bütün bu yeniden yapılanma ve reform süreçlerini tecrübe ediş biçimleri, haliyle çok çok farklı.  
Türkiye’de artık herkesin bildiği bir 24 Ocak kararları, Turgut Özal ve askeri darbe ilişkisi var, neoliberal düzlemin tesis edilmesine dair hep hikayelendirilen. Hatta Demirel’in meşhur “biz ekonomiyi düzeltme eğilimindeydik, o esnada darbe oldu” diye sıklıkla tekrarladığı bir vurgusu da var. Ekonomiyi düzeltiyorduk falan dediği de 24 Ocak kararları ile neoliberal reform yapmıştık, askere gerek yoktu anlamında. Özal biliyorsunuz ara dönem hükûmetinde askerlerce bakan olarak atanıyor, sonra 1983’te seçim olunca ANAP kazanıyor ve neoliberalleşme makası açılıyor. 1980’lerde Özal’ın laflarına ve ANAP politikalarına bakınca çok bariz bir neoliberal dönüşüm niyeti görülebiliyor.
Şevket Pamuk’un eserlerinde, özellikle Ercan Kumcu ile yazdığı Artık Herkes Milyoner’de (Doğan Kitap, 2001) bunu çok net biçimde görebilirsiniz. Sonrasında 1991’de Demirel ve İnönü’nün koalisyonu geliyor, hayli anti-neoliberal vaatlerle, ardından gelen Çiller hükûmetleri oldukça neoliberal tandanslara sahip, özelleştirmede falan öncü olmak istiyor ama tabi Çiller hiç bir zaman seçim kazanabilen, demokratik çoğunluğu sağlayabilen bir siyasi figür olamıyor. Bu da bize neoliberalizmin işleyişinde toplumsal rızanın ne kadar olmazsa olmaz bir unsur olduğunu bir kez daha hatırlatıyor, David Harvey bunu çok güzel anlatır mesela.
Arkasından gelen bir takım Ecevit koalisyonları, azınlık hükûmetleri falan, neoliberalleşme yavaşlıyor ve sonrasında hepimizin malumu 2002 sonrası, son hızla giden bir neoliberalleşme ve bununla eş zamanlı isleyen bir koruyucu-bakıcı devlet, sadakacı devlet, sosyal yardım siyasetleri dönemi var. Bunları da Türkiye’de sosyal politika çalışan hocalarımız, basta Çağlar Keyder ve Ayşe Buğra, çok güzel anlattılar daha önce.
Özal’ın çağı yakalamak, dünyaya açılmak, küçük ABD olmak gibi niyetleri ve hedefleri vardı, kitleleri bunlarla ve tabi eski siyasetçilerin kötülükleri ile ikna ederdi. Erdoğan da eski siyasetçilerin kötülükleri vurgusuna ek olarak, batı ülkelerinden aşina olduğumuz bir yeni-muhafazakar, neo-conservative anlayışı İslamcı siyaset ile yeniden kodlayıp, bence hayli sakil bir Osmanlıcılık dekoruyla popüler destek sağlıyor. Ki, biliyorsunuz bu her zaman böyle değildi. 2002 seçimine girilirken bambaşka konuşan bir Erdoğan ve bambaşka vaatlerle çıkan bir AKP vardı. 30-35 senede Türkiye’de gerçekleşen bu değişimler, savrulmalar, bize neoliberalleşmenin ne kadar bağlamsal, kültüre siyasete ve tarihe ne kadar bağlı olduğunu en açık haliyle gösteriyor. 
Bu bağlamda Türkiye’deki süreç örneğin, askeri darbelerle dolu bir tarihi olan Latin Amerika ülkeleriyle benzerlikler gösteriyor mu? Öyleyse hangi açılardan?
AT:
 Tabii ki kuşaklar boyunca kimliklerimizi, aidiyetlerimizi, sosyal ve politik yaşamımızı ve düşünce iklimimizi derinden etkileyen askeri darbeler demokrasinin bir türlü tam olarak olgunlaşıp, gelişemediği Latin Amerika ve Güneydoğu Asya ülkelerinde de meydana geliyor. Bence Türkiye ve Latin Amerika ülkelerinin bir diğer ortak noktası da Türkiye’nin Batı Avrupa’yla, Latin Amerika’nın da Amerika Birleşik Devletleriyle 19. Yüzyıldan itibaren daha da netleşen bir öykünme, sevgi-nefret ilişkisi, ucuz işgücü ve hammadde sağlama ve politik, ekonomik ve sosyal anlamda bağımsızlığını koruyabilme çabası eksenlerinde şekillenen ilişkileri olması. Bir anlamda Avrupa Türkiye, ABD de Latin Amerika için hem zenginliklerine ve gelişmişliklerine hayranlık duyulan, gıpta edilen hem de içişlerine pek de karışılmaması istenen bir büyük ağabey gibi… Tabii bu benzerliklerinin yanı sıra bence Türkiye ve Latin Amerika’nın en önemli farklarından biri darbelere ve onların sol ideoloji üzerinde uğrattığı yıkıma rağmen orada, özellikle Brezilya, Venezüella ve Küba’da hala çok önemli bir sol geleneğin olması ve solun toplumsal ve politik yaşamda etkin olması. Türkiye’de 80 darbesi sonrası solun ideolojik ve kurumsal erozyonu ve parçalara ayrılmasından sonra bunu söylemek mümkün değil ne yazık ki.    
CÖ: Ben Güney Amerika deneyimlerine hakim değilim açıkçası. Ama nasıl ki bugün Neoliberalizm Çalışmaları literatüründe Șili örneği özel bir yere sahipse, küresel güneyde neoliberal politikaların ilk kez, Pinochet darbesi kanalıyla, zorla uygulandığı bir laboratuvar işlevi gördüğü biliniyorsa bu ülkenin; Türkiye’de de aynı desenin hakim olduğunu biliyoruz.
Türk ordusunun kendisini çok önemseyen ve kendisine büyük “bağımsızlaştırıcı” misyonlar çizen siluetinin arkasında, 1980 darbesinin neoliberal politikaları tesis edecek bir kamu ve siyaset düzeni yaratmak, Ilımlı İslam projesine imkan sağlamak, ülkeyi apolitik bir çöplüğe dönüştürmek maksadıyla yapıldığını bugün en saf yorumcular bile görebiliyor. Simdi yarım yamalak yargılanmış gibi yapılan ve o esnada da ölen bu eski askerler, neoliberalleşme ya da zorla neoliberalleştirme projesinin maşalarından, aletlerinden ibaret tiplerdi. Tıpkı Güney Amerika’daki muadilleri gibi.    
Türkiye’de neoliberalizmin seyri tarihsel bütünlük içinde olmadı
80’lerden bu yana uygulanan politikalara baktığımızda devletin sosyal ve politik alanda oldukça sert, ekonomi alanda ise hayli liberal bir tutum izliyor olmasının yarattığı paradoksal durum ve bu durumun neden olduğu sosyolojik bedel hakkında neler söylenebilir?
AT:
 Devletin ekonomik politikalarının liberal olmaktan ziyade gayet nepotist bir anlayışla AKP taraftarı olan iş insanlarına ihalelerin verilmesi, topluma hesap verebilen ya da İstanbul’a 3. Köprü, 3. Havaalanı gibi önemli projelerde şehir sakinlerinin, konunun uzmanlarının ve STK’ların görüşlerini alan bir yönetim anlayışı yerine onların itirazlarına rağmen “ben istedim mi yaparım” ya da “ben yaptım oldu” anlayışının olması ekonominin de gerçekten liberal olduğu fikrine gölge düşürüyor. Bugün bir çok ülkenin devleti toplumları için, ekonomi alandaki adımlarını çevreye ve doğaya uyumlu, sürdürülebilir yaşamlar öngörerek ve bu amaçla atarken, Türkiye’de bu konudaki genel pervasızlık tabii ki toplumun bir çok kesiminin ve sermayenin de bir kısmının tepkilerine yol açıyor. 
CÖ: 80’ler, 90’lar ve 2000’ler diye üç parçadan söz ediyoruz aslında. Doğrusal bir çizgi değil neoliberalizmin Türkiye’deki tarihsel ilerleyişi, muhtelif git-geller var. Coğrafi olarak da homojen değil. 90’larda Türkler devletin görece zayıfladığı bir ana tanıklık eder, bir anlamda devletsizliğin tadına varırken, Kürtler tam aksine devletin en soğuk ve karanlık yüzü ile muhatap oluyorlardı.
Devlet bugün 1940’lar havasında sansürcü, teksesli ve baskıcı bir aygıtlar bütünü ancak İslamcı-dindar toplum kesimleri için bu özelliklerde değildir muhtemelen, ya da barış süreci sürerken Kürtlerin durumu 90’lardan hayli farklıydı. Dolayısıyla neoliberalizmin tarihsel seyrini bir bütünlük ve ilerleme içerisinde değil, bir parçalılık içerisinde, bu parçaları eklemleyen bir mantık gibi görmeyi denersek, içerisinden geçtiğimiz savrulmaları daha iyi yorumlayabiliriz gibi geliyor bana.       


Dünyada neoliberal politikalar esneyip değişirken Türkiye’de durum nasıl bir seyir izliyor?
: Neoliberalizmi belirli bazı siyasi-ekonomik prensiplerin hayata geçmesinin koşullarını sağlayan, bunları mümkün mertebede garanti altına almak için toplumsallığın ve kültürün farklı anlarını manipüle eden bir üst mantık gibi görürsek, krizlere ne kadar dayanıklı, kendisini ne kadar hızlı ve güçlü şekilde gerçekleştirebilen, ne kadar kıvrak ve esnek bir ilişkisellik olduğunu anlayabiliriz. Neoliberalizmin kısa tarihi, hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde dikkatle incelendiğinde, özellikle de farklı toplumsal gruplarla hayatın farklı köşelerinde etnografik olarak çalışıldığında ne kadar esnek, geçirgen, çok boyutlu ve istikrarlı olduğu görülebilir. Büyük devlet söylemlerinin ve ruhsuz rakamların arkasında, insanların yaşadığı haliyle neoliberalizm, kendisini yeniden üretebilen ve değişen şartlara uyum sağlayabilen bir düzeni hemen yeniden kurabilen bir düşünüş biçimi, her şekilde de Margaret Thatcher’in “başka alternatif yoktu” deyişindeki gibi, kendisini dayatabiliyor. Alırsın ya da gidersin, ama gidebileceğin pek de bir yer yok zaten…
AT: Bu bence çok güzel ve anlamlı bir soru. Daha önce sözünü ettiklerimin ışığında bu soruya farklı sorularla yanıt verebilirim belki de: 1980’lerden bu yana Türkiye’deki politikalarda değişim hangi iç ve dış toplumsal saiklerle meydana geliyor? Bu değişimlerde ne derece toplumun iradesinden veya baskısından ve bunun getirdiği kazanımlardan söz edilebilir? Tabii bu soruya “Sonuçta Gezi Parkı alışveriş merkezi olmadı, park olarak kaldı” ya da “Ne toplumsal etkisi? Sadece hükümetin politik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda bu politikalarda bir esneme/değişme oluyor” diye yanıtlar vermek de durumu çok basite indirgemek olur ama yanıtı belki de bu iki ucun arasında yatan gri müzakere alanlarındaki farklı konularda farklı ilişkiler sonucu ortaya çıkan esneme ve değişimlerde yatıyor. Biliyorum bu yanıt oldukça Foucault-vari oldu, ama Michel Foucault da beni en çok etkilemiş olan düşünülendendir...
Kitapta yer verilen makaleler kişisel özgürlükler, çevre, beden, şehir, göç, tarım, cinsiyet, şehircilik ve sağlık politikaları gibi ilk bakışta birbirinden çok farklı alanlardaymış gibi gözüken konuları ele alıyor. Tüm bu konuların bir kitapta bir araya getirilmesinin sebebi nedir? Bu politikalar neoliberalizmle nerelerde kesişmekte?
CÖ:
 Ayşecan ve Yeşim Yasin ile birlikte bir kitabımız çıkmıştı : Neoliberalizm ve Mahremiyet: Türkiye’de Beden, Sağlık ve Cinsellik diye (Metis Yayınları, 2011). Oradaki vurgumuz neoliberal düşünüşün, metalaşmanın, rekabetçiliğin, kar odaklı hareket etmenin, hem cismani olarak bedenimizle ilgili her anda hem de kendimize ait olanla, mahrem olanla kurguladığımız ilişkilerde kristalleştiği idi. Bu kitabı ondan sonra yaptık ve aklımızdaki, neoliberalizmin başka nerelerde görünür olduğunu, ele geldiğini, dile döküldüğünü, kendimizle ve başkalarıyla kurduğumuz ilişkilere nasıl müdahil olabildiğini göstermekti.
Kitaptaki bütün bölümler belirli bir konuya, kuruma, işleyişe ya da kültürel üretime odaklanıyor ve adeta yüzeydeki olayları kazıdığımızda arkasından ne gibi bir neoliberal donanım çıktığını belgeliyor. Futbolda şiddeti engellemeye yönelik yasa da böyle, çevresel sürdürülebilirlik iddiaları da, kentsel dönüşüm de, çizgi öykülerde aktarılan erkeklik tasvirleri de. Dışarıdan bakan birine alakasız görünebilir, ama kitap okunduğunda “hayatin neoliberalleşmesinin” hangi veçhelerine dokunduğumuz daha iyi görülebilecek diye düşünüyorum. Tabi bununla birlikte, izini süremediğimiz, bu kitapta yer almayan pek çok konu da var. Neoliberalizm çalışmaları ve etnografileri ilerleyen yıllarda dışarıda olduğu gibi Türkiye’de de gelişecektir mutlaka