3 Ocak 2014 Cuma

''Erdoğan, başörtülü öğrencilerin değil onların anne-babalarının başbakanı''

Sosyolog Prof. Besim Dellaoğlu: ‘Kızlı-erkekli’ söylemi biraz da muhafazakâr ailelerin çocuklarını nasıl denetleyeceğine dair bir sorun oluşturduğu için bugün gündeme geliyor
T24
http://t24.com.tr/haber/erdogan-basortulu-ogrencilerin-degil-bu-kusagin-anne-babalarinin-basbakani/247472
02.01.2014
Özgür Duygu Durgun
Türkiye'de son on yıllık süreçteki kültürel kutuplaşmayı ve siyasal alanı domine eden AKP taraftarlığı-AKP karşıtlığı saflaşmasını yorumlayan sosyolog Prof. Besim Dellaloğlu, aslolanın siyaset değil sosyoloji olduğunu söylüyor ve ekliyor: "AKP, onu iktidara getiren sosyolojiyi sabit bir sosyoloji olarak kabul ediyor, oysa o sosyoloji de değişiyor." Muhafazakâr kesimin güncel sorunlar karşısında Kemalistlerle aynı hataya düştüğünü savunan Dellaloğlu, "Kemalizm geleneği reddetmişti, muhafazakârlar ise sadece gelenek diyorlar. Ancak gelenekle tek başına bir şey çözemezsiniz" diyor. Siyasal alandaki kutuplaşmayı kültürel alandaki mesafelerle açıklayan Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi, sosyolog Prof. Dr. Besim Dellaloğlu, Türkiye'de farklı kesimlerin okuduğu ortak beş kitap olmadığını ifade ediyor. Türkiye’de bugün yaşadığımız kutuplaşmanın Tanzimat’tan ve Cumhuriyet’ten daha önemli bir kriz olduğunu söylüyorsunuz çalışmalarınızda. Bu tespitinizi biraz açabilir miyiz?
Ben Türkiye’de son dönemde yaşanan krizi modernleşmeden modernliğe geçiş krizi olarak düşünüyorum. Bu kriz, AKP ile sınırlı bir şey değil daha çok 12 Eylül 1980’den bu yana yaşanan bir kriz. Batı’da modernlik ulus devletleşme, sanayileşme, demokrasi, insan hakları gibi süreçlerden geçerek olgunlaştı ve bugünkü formunu buldu. Bir başka deyişle, modernlik Batı’da bir proje değil bir süreç olarak gelişti. Bunun arkasında sınıf savaşları, mezhep savaşları, çıkarlar gibi arka planlar yaşandı. Bizde ise modernlikle ilişki kurma ihtiyacı, ‘’Batı’nın eğitimini alalım, topunu tüfeğini alalım”dan başlayarak Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi değişik dönemlerde Batı ile bir düzenli ilişki kurma biçimine dönüşmüştür. Batı’da modernleşme toplumsal bir süreç olarak yaşanırken bizde siyasal bir proje olmuştur. Şöyle de söyleyebiliriz: Değişim bizde devletin bir ihtiyacıdır aslında, Batı’da ise toplum gelir, devleti süpürür ve değişime zorlar. ‘Kendi şehrimizde turist gibi yaşamak’
Biz modernliği Batı’dan hazır bir kalıp olarak almışız, içeride zihnen üretmemişiz. Bu nedenle bu ülkenin modernleşmesi bir tür kendimiz olmaktan utanmanın hikayesidir aslında. Ahmet Hamdi Tanpınar, buna tam bu kelimelerle olmasa bile, “kendi şehrimizde turist gibi yaşamak‘’ diyor. Kendi evimizde, kendi şehrimizde ev sahibi gibi oturmuyoruz. Evde mesela çizgili pijama giymek istiyoruz ama kabul görmediği için onu giymiyoruz. Kentlerimiz de böyle giydirilmiş zihnimiz de. 1950’lerde ortalama bir Türk bürokratı işyerinde gayet medeni olabilirken, sekreterine “siz” diye hitap ederken akşam eve geldiğinde çizgili pijamasını giyip, kahveyi soğuk yaptı diye eşini azarlayabiliyor mesela. Gündüz yaşadığı hayatta kendisi olamıyor. Bu şizofrenik bir bilinç hali. Bu durum, bireysel zihinde de toplumsal düzlemde de şizofrenik bir durum yaratıyor. Bizde toplumsal arzular, ihtiyaçlar ve çıkarlarla siyasa arasında birtakım filtreler olmuştur. Buna güncel dilde vesayet deniliyor. Batı’da var bu belki ama arada bir geçişkenlik de var. Bu yüzden Batı’da toplumsal olan siyasal olana çok büyük oranda etki edebiliyor. Türkiye’de ise siyasi olanla toplumsal olan arasında güçlü bir filtre var. Yaşanan hayatla görünen hayat arasındaki mesafe de bundan kaynaklanıyor. 20 yıl önce İstanbul’a gelen bir Fransız dostum şaşkınlıkla bana şunu söylemişti; ‘’Televizyonda reklamların görsel dünyasında anlatılan Türkiye ile sokaktaki Türkiye birbirinden ne kadar farklı. Sokaklarınızda pek çok başı örtülü kadın var ama televizyonda hiç yok!’’. Bu tam da filtre dediğimiz şey. Türkiye’deki tüm araştırmalar gösteriyor ki Türkiye’deki kadınların üçte ikisi başını örtüyor, bu AKP’nin getirdiği bir özgürlük de değil, yıllardır var olan bir durum. Ama bu kadınların temsiliyeti anlamında büyük bir sorun var. Yaşadığımız bu çatışma ile paralel bir başka şey de şu; Türkiye kamusallaşıyor aslında. Bu bir açıdan iyi bir şey. Müslümanlık kamusallaşıyor, Kürtlük, Alevilik kamusallaşıyor, gay’lik kamusallaşıyor. Zaten kriz dediğimiz de böyle oluşuyor. Kamusallaşma bu filtreleri, ya da vesayet dediğimiz şeyi çatlatıyor.
Türkiye kamusallaşırken, başörtülüsünden gay’ine insanlar artık daha fazla görünürleşmişken iktidarın siyasi söylemi kamusal alanlara yansıyan bu çoğulculuktan neden nasibini alamıyor?
Sivil alan, yani devletle birey arasındaki alanın arasındaki genişliği gerçekten bir agora alanı olması demek. Orası sadece bir çatışma alanı değil aslında. O alan bir meşruiyet alanına işaret ediyor. Bugün yaşadığımız şeye dönüp baktığımızda bunun bir meşruluk krizi olduğunu söyleyebiliriz çünkü biz baktığımızda aslında ulus-devlet olmuşuz; Cumhuriyet olmuşuz; ama cemaat hayatlarını da sürdürmüşüz. Kemalist de kendi dünyasında yaşamış, muhafazakârı da, Alevisi de. 80’lerden sonra bu kamusallaşma ortaya çıktıktan sonra bu zihni bagajların bir iki kuşak sonrasında temizlenmesi çok güç bir şey. Bu yüzden hiçbirimizin nezdinde diğerinin meşruiyeti olamıyor. Bu yüzden herkes vatan haini, ajan olarak yaftalanabiliyor. Ortalama bir Kemalist için Tayyip Erdoğan meşru değil, ortalama bir Müslüman için ise diğer taraf meşru değil. İnsan meşru görmediği her şeyi vebal görebilir. Dolayısıyla burada demokratik bir zihniyet oluşamıyor. Şu anda yaşadığımız krizde de bunu görüyoruz. Milli gelirimiz artıyor, tüketim biçimlerimiz değişiyor ama cemaat halinde yaşama biçimimiz bugün de değişmiyor. Toplumdaki kültürel uçurumlar da bu söylediğimizin kanıtı. ‘Her kesimin okuduğu 5 ortak kitap yok’
Ahmet Hamdi Tanpınar ‘’Nesillerin üst üste okuduğu beş kitap yoktur Türkiye’de’’ diyor, bunu daha yatay söylersek değişik kesimlerin okuduğu ortak beş kitap yoktur bu toplumda. Ancak bunun olması halinde daha geniş bir meşruiyet alanı olabilir. Bu nedenledir ki, bu toplumda başka bir iktidar seçeneği ya da olasılığı ancak ve ancak ‘uluslararası müdahale’, ‘operasyon’ veya ‘ komplolar’ üzerinden mümkün olabilmektedir bugün bile. Oysa aynı şeyi on yıl önce Kemalistler ‘’Bu ülke bizim, komünizm gelecekse onu da biz getiririz bu ülkeye’’ diyerek ifade ediyorlardı. Türkiye’de siyasi kadrolar yeterince demokratik bir zihniyeti temsil edemediler. Şimdiye, bugüne baktığımızda otoriterliğin toplumsallaşması ve sosyolojik zeminde de karşılık bulması ihtimalini son derece endişe verici buluyorum. Özellikle, yaşadığımız şu süreçte yolsuzluk operasyonuyla birlikte AKP-Cemaat kavgasının giderek derinleştiği bu dönemde, ben şunu da merak ediyorum: AKP’nin arkasındaki yüzde 50 ne yapacak? Seçeneksizlikten bu kitlenin her türlü delirium’u (akut beyin fıtığı)desteklemesi gibi bir şey beklenebilir, ki bu Türkiye’yi çok tehlikeli bir yere götürebilir.
Bir yandan da sorulması gereken bir şey daha var; bu çatışma ortamını, kültürel kutuplaşma kavramını acaba bizler konuştukça daha fazla mı üretiyoruz ?
Bu biraz şuna benziyor: Siz sadece patates yenilen bir cemaatten geliyorsunuz. Benim cemaatim ise sadece meyve yiyor. Biz bir sofraya oturduğumuzda tabağımızı paylaşamıyoruz. Kültürel kodlarımız bana biraz böyleymiş gibi geliyor. Birileri sadece Necip Fazıl okumuş, birileri de sadece Nazım Hikmet okumuş. Bunlar karşılıklı olarak birbirlerini şeytanlaştırmışlar. Türkiye’de 80’lere dek çok ciddi bir sol hegemonya vardı kültür dünyasında. Sol, politik olarak iktidarda değildi ama zihinsel anlamda egemendi. Bu kesim muhafazakâr kesimden entelektüel çıkabileceğini hayal edemiyordu. 90’lardan itibaren hegemonyada bir kayma olduğu için muhafazakar kesimde bu kompleks biraz da banal bir şekilde tezahür etmeye başladı. ‘
Muhafazakarlar, Kemalistler'le aynı hataya düştü’
Solun kültür hayatındaki hegemonik görüntüsü yok olduğu gibi bugün muhafazakâr kesim iletişim araçlarına hiç olmadığı kadar sahip. Daha liberal bir yaşam tarzı sürüyor, zengin kesimleri sanatı satın alıyor ancak yine de muhafazakârların sanat ve kültür hayatına yönelik kalıcı kalitede içerik ürettiklerine çok fazla tanık olamıyoruz, neden sizce?
Muhafazakârlar bugün, Kemalistlerin düştüğü hataya düştü. Kemalizm geleneği reddetmişti, muhafazakârlar ise sadece gelenek diyorlar. Ancak gelenekle tek başına bir şey çözemezsiniz. Ataşehir’e Mimar Sinan taklidi kubbeli bir cami yaparsınız o kadar. Öte yandan kubbe, aslında Bizans’tır. Osmanlı bunu Bizans’tan almıştır. 21. yüzyılda Türkiyeli bir Müslüman, Koca Sinan’dan farklı bir cami tasavvuruna sahip olabilecek mi? Bunu bırakın yapmayı, hayal bile edemeyen bir toplum dünyaya estetik açıdan nasıl katkıda bulunabilir? Biz kendimiz olmadıkça Koca Sinan da klasik olmayacak. Biz kendimize güvenmedikçe ürettiğimiz camiler yeni bile olmayacak. Bunu yapabilmek için hem Sinan’ı çok iyi bilmek hem de kendimizi ve yaşadığımız dünyayı fark etmemiz gerek. Tanpınar buna ‘’Değişirken devam etmek, devam ederken değişmek’’ diyor. Batı bunu yaptı. Bizim modernleşmecilerimiz geleneği, gelenekçilerimiz ise dünyayı pek bilmiyor.
Batı Rönesans gibi bir deneyimi yaşadı. Siz buna Batı’nın geçmişiyle ‘kültürel barışması’ diyorsunuz makalelerinizde. Bizde böyle bir kültürel barışma olmadığı için mi 90 yılın sonunda dönüp dolaşıp bu kutuplaşma noktasına geldik?
Rönesans, batıda bin yıllık bir tek tanrılı ortodoksinin geçmiş pagan kültürü ile tekrar barışmasıdır aslında. Batı, bin yıllık bir hatadan geri dönerek Hristiyanlık öncesi pagan metinleri çevirdi ve zihni bir dönüşüm gerçekleşti. Modernlik bu ilişkiden çıkmıştır. Bunu küçümsememek lazım. Geçmişten süzülen, süzülse iyi olacak olan birtakım iyi etkiler bizde ne yazık ki süzgeçlerin çok katı olmasından ötürü bugüne gelemiyor. Türkiye’de yaşarken ya şöyle olacaksınızdır ya da böyle. Bu gündelik yaşam tarzında da böyledir. Türkiye’de bir insanın giydiklerinden, yaşadığı yerden, tüketim alışkanlıklarından hangi görüşe, hangi sınıfa ait olduğunu anlarsınız. Bu aynı zamanda insani derinliği görmeye engel teşkil eden bir yapıdır. Her şeyin semboller üzerinden yorumlandığı bir zihniyet dünyası söz konusudur.
Siyaset de bu sembollerle bu çatışmayı körüklüyor…
En başta, siyasetin sosyolojik olanla çok ilişkisi yok derken kastım biraz oydu. Türkiye’de bir parti kurun Atatürk posteri dağıtın, yüzden 15 oy alırsınız. Aynı şekilde beş vakit namaz kılın, cemaate gözükün size otomatikman oy gelir. Kültürel kodlar üzerinden siyaset yapılageldiği için o semboller zaten birbirini çağırır. Bugün yaşanan yolsuzluk iddialarına karşı mesela bir kesim ‘Aman ne yapalım en azından Müslüman bir iktidar var başımızda’ diyebilirken, CHP benzer bir duruma düşerse “Aman iktidarın dincilere geçmesinden iyidir” denilme ihtimali çok yüksektir. Dolayısıyla bizde kararlar daha cemaatsel bir düzlemde alınır. ‘
Orta alan oluşamıyor’
Türkiye’de bir orta sınıflaşma olmasına rağmen kültürel kodlar birbirine yanaşamaz. Dolayısıyla bir orta alan oluşamaz. Burada kültür çok birleştirici bir rol oynayabilir ama o da maalesef olamıyor. Hala bir kesimin farklı romanları var, diğer kesim ise başka romanlar okuyor. Böyle paralel dünyalar oluşunca ona ‘’vatan haini’’, buna ‘’Amerikan ajanı’’ demek normal kabul ediliyor. Bu ülkede yıllarca başörtülü kadınlar için ‘Başlarını örtüyor çünkü Suudi Arabistan’dan para alıyorlar’ bile denildi. Bir kadının sadece kişisel nedenlerle, bir tercih olarak başını örtebileceği kimsenin aklına gelmedi. Burada yine en başa yani modernler ile muhafazakârların çatışmasına dönüyoruz. Bugün itibariyle AKP’nin temsil ettiği sosyoloji bir alternatif bulabilse, CHP’den de örneğin ayrı bir kanat çıksa belki bir rahatlama sağlanabilir. Ancak bu gerilim devam ettikçe kutuplaşmanın çok kolay çözülebileceğini ummak pek mümkün görünmüyor. ‘Erdoğan, başörtülü öğrencinin Başbakanı değil’
Kutuplaşma en yüksek düzeyine Gezi süreciyle birlikte çıktı ancak aynı zamanda bu sürecin parçası olan 90 doğumlu gençler, Gezi’deki söylemleriyle farklı bir siyaset talebini toplumun gündemine sundular. Özgürlükler odaklı, yeşil odaklı, mahalle odaklı, gündelik hayat odaklı farklı bir siyasetin olabilirliği tartışmaya açılmış oldu. Bu deneyimden kutuplaşmayı kırıcı bir yol alternatifi çıkar mı?
Siyasetin biraz daha mikrolaşması, yerelleşmesi, problem odaklı, yeşil odaklı hale gelebilmesi elbette iyi bir şey. Gezi bu açıdan önemli bir dönemeç oldu ama; bu ne kadar derin bir sosyolojidir bunu düşünmek lazım. Buradan baktığımızda şunu görmek mümkün; şu anda muhafazakâr iktidarın destekçisi orta yaş ve üzeri olan kuşağın çocuklarının hayatı kendilerinkinden çok daha farklı olacak. Her şeyden önce onlar sosyal medyanın olduğu kamusal bir hayata doğmuş durumdalar. Hepsi üniversiteye gidiyor. ‘Kızlı-erkekli’ söylemi biraz da muhafazakâr ailelerin çocuklarını nasıl denetleyeceğine dair bir sorun oluşturduğu için bugün gündeme geliyor. Çünkü bu çocukların anne ve babaları üniversiteye hiç gitmediler. Bugün Türkiye’de anne-babası üniversite mezunu olan insanlar toplumun yüzde 4'ünü oluşturuyor. Gezi’de bu oran yüzde 35. Yani, Gezi bir açıdan Türkiye’den yedi kat daha kültürlü. Öte yandan bugünün muhafazakâr ailelerinin çocukları ahlaki formları, tüketim kalıpları açısından kendi anne ve babaları gibi hayata bakmayacaklar. Bence AKP’nin en büyük hatası bu değişimi yakalayamıyor oluşunda. Başbakan Erdoğan bu kuşağın anne ve babalarının başbakanı aslında, benim karşımda oturan başörtülü öğrencilerin Başbakanı değil. Gezi’den hatta referandumdan bu yana işte bu değişimi yakalayamıyor AKP. Aslolanın sosyoloji, siyasetin ise onun tezahürü olduğunu hep unutuyoruz. AKP, onu iktidara getiren sosyolojiyi sabit bir sosyoloji olarak kabul ediyor, oysa o sosyoloji de değişiyor.
Son olarak gelecek açısından bu çatışmanın, kutuplaşmanın nereye evrilebileceğini düşünüyorsunuz? Makalelerinizde önerdiğiniz ‘kültürel ateşkes’in gerçekleşme olasılığı var mı?
Kısa vadede biraz umutsuzum ama orta ve uzun vadede iyimser olmaya çalışıyorum. Kültürel ateşkesten kastım aynı toplumun içinde ama aslında tamamen farklı dünyalarda yaşayan kesimler arasında minimum da olsa ‘ortak bir dil’i mümkün kılacak bir zihniyet dönüşümünün temellerinin atılması. Kültürel ateşkes bizim geçmişle, dünyayla ve kendimizle barışmamızın yolunu açabilir belki. Sadece geçmişle barışmak yetmez. Her ikisi de lazım, hem de herkese. Ancak o zaman, tüm tercihlerimizle birlikte kendimiz olabiliriz. Ülkemizde ‘muhafazakâr’ olduğu için ‘komünist’ Nazım Hikmet’i hiç okumamış nesiller var. Ama yaklaşık 20 yıldır sınıfa girip çıktığım için gözlemlerimden biliyorum ki yeni kuşak bizim kadar sert ve köşeli değil. Bizim kuşağımızda Nazım Hikmet okuyanlar da Necip Fazıl okumazdı. Bugünkü genç kuşakta bu kadar kategorik bir sertlik yok. Onların bizim yaşımıza geldiği Türkiye’de öyle sanıyorum ki kültürel kutuplaşma da bu kadar sert yaşanmayacaktır. Hem kamusallaşmanın hem de internet ve sosyal medyanın etkisiyle bireysel özgürlükler daha fazla öne çıkacak, sosyalleşme biçimleri çeşitlendikçe bunun mutlaka hayırlı sonuçlar olacaktır.