5 Temmuz 2012 Perşembe

Bajar'dan ağıt...

Taraf, 5 Temmuz 2012

1 Temmuz 2012 Pazar

Yarayı kaşımak rahatsız eder - ÖZGÜR DUYGU DURGUN - 01.07.2012 Berlinde De Bruyckere adını şimdiden bir kenara yazın. Çünkü muhtemelen Damien Hirst’ün başını çektiği güncel sanat dünyasının sıradışı isimleri arasında artık bu adı daha sık duyacaksınız Arter, Berlinde De Bruyckere’yi Türkiyeli sanatseverlerle tanıştıran ilk sergiyi gerçekleştiriyor. Sanatçının Yara/The Wound adını verdiği sergiyi gezerken rahatsız olacağınızı ve kendinizi biraz tuhaf hissedeceğinizi garanti edebiliriz. Çünkü adı üstünde “yara”yı kaşımak rahatsız eder. “De Bruyckere’nin işlerinin rahatsız edici yanı ne” diye soracak olursanız bu sorunun tam olarak bir yanıtı yok. İnsan, hayvan ve ağaç figürlerini birbirinin yerine kullanarak, izleyiciye bir an için “Bu bir insan bedenine mi yoksa hayvana mı ait” sorusunu sordurtan, aslında ne olursak olalım evreni paylaşan canlılar olarak hepimizin özde aynı olduğunu düşündürten tuhaf, hayli gotik bir metamorfoz öyküsü diye tanımlayabiliriz belki . Belçika’nın Ghent kentinde yaşayan ve Neo-Gotik stilde eski bir Katolik okulunu stüdyo olarak kullanan sanatçının işlerinde Katolisizm ve dinî referanslara göndermeler bir hayli fazla. Savunmasız, yaralanmış, cansız bedenler ister istemez “kurban” kültünü canlandırıyor insanın zihninde. Onları adeta törensel bir biçimde yeniden ele alış ve form veriş biçimi ise resmin eski ustalarının baş yapıtlarına göndermeleri olan gotik bir ritüeli andırıyor. Zihinsel bir iz Arter’in basın danışmanı İdil Kartal’ın rehberliğinde dolaşıyoruz sergiyi. Sanatçının yarayı salt fiziksel bir iz değil, “geçmişin bıraktığı zihinsel iz” olarak tanımladığını hatırlatıyor Kartal. Sonrasında zihnin yaralı labirentlerinde dolaşmaya başlıyoruz. Girişte büyük bir dolap düzeneğinin içinde kesilmiş el ve kol gibi uzuvları sanki gökyüzüne uzanmak isteyen ancak insana mı hayvana mı ait olduğu ilk bakışta anlaşılmayan figürler karşılıyor. Yakınlaştıkça uzuvlar ağaç dallarına dönüşüyor. İnsan ve hayvan bedenlerini deforme etmeyi seviyor sanatçı. Bunu yaparken geçmişten gelen, geçmiş dokusu olan malzemeleri tercih ediyor. Ölmüş atlardan sanat eseri Eskimiş bir masanın üzerinde kıvrılıp uykuya dalmış gibi görünen, aslında ölü olan atlar geliyor sonra. Sanatçının işlerinde at figürünün ayrı bir yeri var. Tesadüf bu ya, 2003 yılında Venedik Bienali’nden davet almasını sağlayan işi de yine atlarla ilgiliymiş. Siyah At/ Black Horse adlı bu çalışma sanatçıya uluslararası sanat dünyasının kapısını açan işlerden biri olmuş. Babası kasap olduğu için küçüklüğünden bu yana kesilmiş hayvan bedenleriyle içiçe olmaya alışkın sanatçı bu işlerinde Ghent’te bir veterinerlik fakültesiyle işbirliği yapmış. Fakülteye getirilen ölü atların ve hayvanların yakılmak yerine birer sanat objesine dönüşmesini sağlayarak onları bir anlamda yeniden dünyaya getirmiş. Hayvanların ölü bedenlerinin kalıplarını alan sanatçı, epoksi ve metal malzemeyle bu kalıpları heykele dönüştürmüş. Unutmadan belirtelim, bu sürecin hiçbir aşamasında hayvanın bedenine zarar verilmiyor, tam tersine oldukça itinalı bir sürecin ardından bedenin estetik dönüşümü başlıyor. Son bölümde ise bu sergiye de adını veren özel bir dizi iş üretmiş sanatçı. İstanbul’daki bir kitaplıkta bulduğu, 1890’lı yıllara tarihlenen tıbbi bir fotoğraf albümünden ilham almış. Yapılan ameliyatlar sonrası hastaların kamera karşısında ameliyat yaraları ile verdikleri pozlardan oluşan bu son derece ilginç dokümanter albüm ile De Bruyckere’nin işleri arasındaki paralellik şaşırtıcı ... Mekân olarak Çukurcuma Hamamı De Bruyckere’nin sergi için ürettiği yeni işlerin diğer ikisi ise bir 19. yüzyıl yapısı olan Çukurcuma Hamamı’nda yer alıyor. Arter’e ilave bir sergi alanı olarak seçilen bu mekân, sanatçının işlerini yerel tarihi dokuyla etkileşim içinde sunma arzusunu da yerine getirmiş oluyor. Yakın zamana dek ‘gay hamamı’ olarak bilinen bu tarihi mekân bedenin temizlendiği, bir anlamda deri değiştirdiği bir yer olarak sergideki işlerin imâda bulunduğu temalarla ile de konuşuyor. Sergideki tek canlı ve hareket halindeki beden ise, Fransız dansçı ve koreograf Vincent Dunoyer’e ait. Bedenin devinimi ve ifade diliyle yakından ilgilenen De Bruyckere, daha önce de dansçılarla model olarak beraber çalışmış ve bedenlerinin kalıplarını almış. Dunoyer, sergi süresince tekrarlanan Emanet başlıklı performansla bedenini ve Kibir başlıklı performans videosuyla bedeninin imgesini bir anlamda sergiye “emanet ediyor” veya “ödünç veriyor”. Sergilediği performansla adeta sergideki işlere hareket kazandırırken, kendisini de sergilenen bir ‘iş’e dönüştürüyor. Yara sergisini 26 ağustos tarihine dek Arter’de izleyebilirsiniz.

Bir de onlarla baksak ya...

ÖZGÜR DUYGU DURGUN - 27.06.2012

  İnsanın “ikili bir yaşam” sürmesi ne demektir kestirmek zor. Hapsedildiği bedende yaşayan başka biri iken insanın özgürce “işte bu benim” diyememesi büyük bir dram kuşkusuz. Evet böyle insanlar, böyle hayatlar var. Ve biz onları görmeyi inkâr ettiğimiz, ya da onları ahlâkın, dinin ya da toplumsal öğretilerin çerçevesinde erkek, kadın, baba, anne olmaya zorladığımız sürece seslerini daha güçlü çıkaracaklar. Türkiyeli LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transvesti) bireylerin yaşam öyküleri Guatemala doğumlu, uzun yıllardır Hollanda’da yaşayan fotoğraf sanatçısı Diana Blok’un kamerasından portrelerden oluşan bir sergiyle karşımıza çıktı: Bizim Aracılığımızla Görmek/ See Through Us. Bu aslında bir fotoğraf sergisinden çok izleyeni “ikili bir yaşam” sürmek zorunda bırakılan bireyleri anlamaya, onları “görmeye” çağıran bir davet. Türkiye’de eşcinsel, biseksüel veya transseksüel olmak yasadışı olmasa bile geleneksel toplum tarafından dışlanarak hakları yok sayılan bireylerin sorunlarına bu sergi ile dikkat çekmeye çalışan sanatçı, fotoğraflarında çifte hayat yaşamak zorunda bırakılan ve de imkân yokluğundan seks işciliği yapmaya zorlanan hayatları anlatarak İstanbul’da 25 haziran - 1 temmuz tarihleri arasında düzenlenen “Onur Haftası” yürüyüşlerine de katılacak. Fotoğraflara basit birer portre olarak bakmamanızı salık verelim. Zira o portrelerin gözlerine, bedenlerine, yatak odalarına, kanepelerine bile sinen o kadar çok detay var ki. Öyküyü onlar yazıyor aslında. Aman adımız çıkmasın İki yıl önce İstanbul’da açılması planlanan ancak bazı galerilerin önce hevesli görünüp, serginin içeriğinden rahatsız olunca “aman adımız çıkmasın” deyip vazgeçmesi üzerine rota değiştiren bir sergi bu. Pembe Hayat ve Kaos GL yardımıyla İstanbul yerine iki yıl önce Ankara’da, hem de inadına devlete ait bir mekân olan Çankaya Belediyesi Sanat Galerisi’nde açılmış ilk kez. Ve iki yıl sonra şimdi, Asmalımescit’te bir sanatçı girişimi olarak başlayan; şu ara profesyonel galeri olarak faaliyetlerine devam eden Sanatorium’da. Kendisi de muhafazakâr, ataerkil bir ailenin kızı olarak lezbiyen oluşunu annesine kabul ettirmekte büyük sorunlar yaşadığını anlatan Diana’nın derdi, aynı bedende hem kadın hem de erkek olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak ve anlatmak. Peki onu hiç tanımayan bu insanlara ve öykülerine bu kadar yaklaşmayı nasıl başardı? “35 yıldır portre çekiyorum” diyor Diana. “Güzellik, çıplaklık kavramları üzerine çok düşündüm, neye güzel dediğimize kafa yordum. Medyanın bu konuları sorgulama biçimi bana hep rahatsız edici geldi. Bu yüzden farklı anlatma biçimleri denedim. Belki bu pratik sayesinde şimdi insanlara daha kolay ulaşabiliyor, açılmalarını sağlayabiliyorum.” Çektiği portrelerin her birinin gerçek bir adı var ama o anonim kalmalarını tercih etmiş. Portreleri tamamlayan bir başka detay ise projeye katılanların kaleme aldığı anekdotlar. Sevgilisiyle yurtdışında evlenmek istediğini söyleyen de var, tanıdıklar arasında yapılan evlilik seremonisini ailesine “Yok canım, aslında tiyatro oyunuydu” diye anlatmak zorunda kalan da. Galerinin duvarlarına serpiştirilmiş bu notlarda istisnasız ortak bir mesaj okunuyor; Türkiye’de travesti ve transseksüellere normal bir iş kapısı kapalı bu yüzden tek yapabildikleri seks işçiliği. Yoksa hiç kimse otoyol kenarlarında çalışmaya bayılmıyor. Başka seçenekleri yok, çünkü evleri mühürlenmiş. Çünkü çıkış yolu yok. Türkiyeli LGBT bireylerin öykülerini yakın zamanda Belçika, Brezilya ve Arjantin’e götürecek olan Diana’dan gelecek yeni haberleri doğrusu merakla bekliyoruz. See Through Us sergisini 21 temmuza dek Sanatorium’da izleyebilirsiniz

Ritmin peşinde Mecnun misali

- ÖZGÜR DUYGU DURGUN - 12.06.2012 Aşkının peşinden kendini çöllere vuran Mecnun misali darbukanın peşinden giden Mısırlı Ahmet, temmuzda Güre’de 5’inci Uluslararası Ritim Kampı’nı düzenliyor Dünyaca ünlü darbuka ustası Mısırlı Ahmet’in kurduğu Galata Ritimhanesi 7-21 temmuzda Kazdağları’nda Ritim Kampı düzenliyor. Mısırlı Ahmet’ten darbuka sevdası uğruna çöllere uzanan serüvenini dinledik... Galata Kulesi’ni arkanıza alın ve meydanın karşısındaki Serdar-ı Ekrem Caddesi’ne dalın. Biraz ilerleyince kulaklarınıza bayram ettiren sesler duyacaksınız. Galata Ritimhanesi’nden yükselen bu seslerin peşinden gittik biz de ve ünlü darbukacı Mısırlı Ahmet’in beş yıl önce kurmuş olduğu mekânın kapısından içeri tütsü kokuları eşliğinde adımımızı attık. Düzenlenen basın toplantısının amacı Galata Ritimhanesi’nin bu yaz 7-21 temmuz tarihleri arasında Kazdağları’nda, Güre’de yapılacak olan 5’inci Uluslararası Ritim Kampı’nı duyurmak; aynı zamanda hem kampın hem de Galata Ritimhanesi’nin beşinci yılını kutlamaktı. “Darbuka çalmak itibarlı değildi” Dünyanın bu ilk darbuka okulunun kurucusu olan Mısırlı Ahmet karşılıyor bizi. Darbukanın büyük ustasını genel çoğunluk gibi gerçekten Mısırlı sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. İtiraf edeyim: Yıllar önce bir albümünü bir İspanyol arkadaşımın evinde gördüğümde Türk olduğuna ben de ihtimal vermemiştim. Mısırlı Ahmet öz be öz Ankaralı bir ailenin, mühendis olmasını beklenirken kendini darbuka sevdasına kaptıran meraklı ve biraz da haşarı çocuğu... Ve başlıyor Mısırlı Ahmet hikâyesini anlatmaya. Biraz çalıyor, biraz söylüyor. Yaşamından önemli dönemeçleri, Ankara’da yaz aylarında bulaşıkçılık yaparken dinlediği albümlerle tanıştığı darbuka sesine nasıl âşık olduğunu anlatıyor. Biz dinleyenler şanslıyız, çünkü hem Mısırlı Ahmet’in ilginç hikâyesini dinliyoruz hem de dünyanın ünlü müzisyenleriyle aynı sahneyi paylaşmış bir usta bize özel bir konser veriyor. Seneler evvel darbuka çalmanın hiç de itibarlı bir iş olmadığını anlatıyor Mısırlı Ahmet, hatta sevgilisine bile darbukacı olduğunu söyleyemediğini, onun yerine “davulcuyum ben” diyerek geçiştirdiğini söylüyor. Sahneyle tanışması yine Ankara’da bir düğün salonunda oluyor Mısırlı Ahmet’in. Zorla sahneye çıkarıyorlar. Ve sahneden indiğinde beş düğün salonundan birden teklif almış, rüştünü ispat etmiş bir “darbukacı” artık. Aramaktan yılmayan bir müzisyen Mısırlı Ahmet. Yıllardır darbukanın olanaklarını araştırıyor. Yeni teknikler deniyor. Bu merak onu bir gün Mısır’a kadar götürüyor. Orada Arap müziğiyle daha yakından tanışıyor, ustalara çalıyor. Aynı zamanda yepyeni tekniklerle yola devam etmek istediği için bunun sancısını da çekiyor. Mısır’ın “İbrahim Tatlıses”i Muhammed Fuat’ın karşısında çaldığı gün hayatı değişiyor. O artık Mısırlıların “Ahmedi Türki”si... Mısırlı Ahmet’i konser ardına konser veren, müzikten para kazanan bir insan olarak nitelemek pek doğru olmaz. O daha çok aşkının peşinden kendini çöllere vurmuş Mecnun misali bir yıl boyunca Mısır’da Sina Çölü’nde inzivaya çekilebilen, darbukanın ekmek parası değil, özgürleşme aracı olduğunu söyleyen, şimdilerde öğrencilerine ritim eğitimi vermekten zevk alan başka türlü bir müzisyen. “Ritmi bulmak için önce onu kaybetmek” gereğine inanıyor ve aramaktan, yeni keşiflerden hiç vazgeçmiyor. Mısır’dan sonra dört yıl ispanya’da yaşıyor, bu kez darbukaya Flamenko ritimlerini katıyor. Ritim sevdasının peşinde Mecnun’un yolculuğu biteceğe benzemiyor. Bu yolculuğun bir bölümüne katılmak isterseniz Mısırlı Ahmet Ritim Atölyesi’nin Kazdağları’ndaki kampını bizce kaçırmayın. Daha fazla bilgi için 212 243 86 02