6 Aralık 2013 Cuma

Patronsuz, işçisiz bir hayat mümkün!

Tarlabaşı Göçmen Dayanışma Mutfağı’nda tanıştılar; ‘patronsuz, işçisiz, hiyerarşisiz hayat mümkün’ diyerek Kadıköy’de Komşu Kafe Kollektifi’ni açtılar. 'Değerler' sistemini sorguluyor ve ‘başka bir ekonomi ve yaşam mümkün’ diyorlar T24 06. Aralık 2013 Özgür Duygu Durgun Yaratıcı fikirler genellikle mutfaktan çıkar dersek abartmış olur muyuz? Bu, anlatacağımız hikaye için pek de abartılı bir tespit sayılmaz. Neden derseniz, sadece yaratıcı değil, pekala dönüştürücü olabilecek fikirlerin peşinde giden ve bu hikayenin kahramanları olan bir avuç insan ilk kez bir mutfakta buluşup tanıştı. Ve birlikte yemek ve iş yapma serüveninden kollektif bir çalışma biçimi doğdu. ‘Aşçısız, müşterisiz, herkesin yemek pişirdiği ve yemeklerin paylaşıldığı’ bir mekan olarak Tarlabaşı’nda yaklaşık üç sene önce açılan Göçmen Dayanışma Mutfağı örneğinden yola çıkan bir avuç insan, ‘patronsuz, müşterisiz ve hatta mümkünse fiyatsız’ bir kafe açtı Kadıköy’de. Kısa süre önce Don Kişot İşgal Evi’yle birlikte benzer ütopyalara sıcak bir ‘hoş geldin’ demiş bulunan Yeldeğirmeni semtinin artık bir de ‘Komşu Kafe Kollektifi’ oldu. Komşu Kafe Kollektifi’nde ‘müşteri- iş yeri’ ilişkisi yerine, daha katılımcı ve esnek bir ilişki modeli öneriyorlar. Burada herkes, kafeye müşteri olarak gelenler bile, mutfağa girip bir şeyler yapabiliyor. Dileyenin kitabını alıp bir köşeye çekilme özgürlüğü var elbette. Elinin hamuru ile herkesin mutfağa girdiği kafenin asıl sürprizi ise, fiyatları sizin, yani çay-kahve içip bir şeyler yemeye gelenlerin belirliyor olması. Az verdin, çok verdin yok, hatta paranız yoksa önemli değil. ‘Gönlünüzden ne koparsa’ da kabul. Gönlünüzden kopanın ne olması gerektiği konusunda kafanız biraz karışmış ise size ‘önerilen fiyat’ listesi uzatıyorlar. Dilerseniz bu listede yazan rakamlara göre hesabınızı ödüyorsunuz. Belki içinizden ‘acaba bu da çok mu az oldu’’ diye geçirebilirsiniz ama üzülmeyin bir sonraki gelişinizde telafi etmek mümkün. Göçmen Dayanışma Mutfağı’nda tanışıp, kollektif ekonomi temelli bir çalışma ve yaşama önerisini uygulamaya geçiren bu ekipten Ufuk ve Nora ile konuşuyoruz. Bu modele nasıl karar verdiler? Pratik hayatın zorlukları ne olacak? Bir iş yeri böyle ayakta kalabilir mi? Aslında bu bir ütopya değil mi? Ufuk, alternatif ekonomi meselesini düşünmeye çok uzun zamandır mesai harcadığını anlatıyor çünkü uzun yıllar hep başkaları için çalışıp bundan pek de mutlu olmamış. Daha önce de çeşitli kolektif yapılar içinde olduğunu anlatan Ufuk, “Göçmen Dayanışma Mutfağı ve Eylül ayında Foça’da düzenlenen Akdeniz Dayanışma Kampı sırasında patronsuz, çalışansız, hiyerarşisiz, kararların oy birliği ile değil fikir yöntemiyle alındığı bir çalışma şekli olabileceğini bizzat gördük. Hepimiz bu deneyim sırasında kazandığımızı aramızda eşit olarak paylaştık ve bunu burada, bu kafede uygulamaya karar verdik” diyor. Toplumun ‘ötekileri’ için kollektif ekonomi Sosyoloji eğitimini Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamlayan Nora ise 1,5 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Geçmişte Berlin’de çeşitli kollektifler için çalışmış olan Nora okul bittikten sonra ‘alternatif bir yaşam nasıl mümkün olabilir?’ sorusunun peşinde önce Tarlabaşı Göçmen Mutfağı’nda sonra da Komşu Kafe Kollektifi’nde bulmuş kendisini. ‘’Kapitalist sistemde her çalışan bir şekilde emek sömürüsü yaşıyor ama bu özellikle göçmenler, cinsiyet ayrımcılığına uğrayanlar, aslında toplumun bütün ‘ötekiler’i için çok daha ağır olabiliyor’’ diye anlatıyor Nora ve Ufuk. ‘’Etnik kökeniniz yüzünden ayrımcılığa uğramanız, cinsiyet ayrımcılığıyla karşılaşmanız dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de çok daha fazla olası. Örneğin kaçak çalışan bir Türk vatandaşı 100 TL kazanıyor diyelim. Eğer o kişi beyaz tenli bir göçmen ise alacağı rakam 60 TL, siyah tenli ise 30 TL oluyor. Eğer kadınsa üstüne bir de tacizle karşı karşıya kalabiliyor. Bu nedenle alternatif veya kollektif ekonomiye dayalı yapılar bir dayanışma kültürü sundukları için böyle kırılgan gruplar için hayati önem taşıyabiliyorlar’’. Ütopik görünebilir ama dünyada örnekleri var Komşu Kafe’de fiyatları çalışanlar değil, ‘müşteriler’ belirliyor demiştik. Bu nasıl mümkün oluyor? ‘’Burada ana fikir, patron yok, dolayısıyla işçi yok , hatta fiyat da olmasa diyoruz ama bu konuda esnek bir çözüm bulduk. Önerilerimizi koyduk. Ne ödeyeceğinize siz karar veriyorsunuz, kesinlikle sorgulamıyoruz. Eğer hiç memnun kalmadıysanız bunu öğrenmek istiyoruz tabi. Ancak biz temelde değer meselesinin çok doğru bir şey olmadığını düşünüyoruz. Bir şeyin değeri kişiye göre çok farklı olabiliyor. Piyasa adı verilen, kaynağı belirsiz bir yerin emeğe, işe, ürüne değer biçmesi bize çok doğru gelmiyor. Bu sistemi esnetecek başka bir model öneriyoruz. Siz fiyat biçin diyoruz insanlara. Şu ana dek para vermeden çıkıp giden hiç olmadı hatta insanlar daha fazlasını ödeyip çıkıyorlar’’. Komşu Kafe Kollektifi’nde tüketilen gıdaların önemli bir bölümü ekolojik üretim yapan çiftliklerden ve şehirde kalan son bostanlardan geliyor. Bu da kentin amansızca kapıldığı değişim hızında elde kalan belki de son yaşamsal değerleri korumak ve sürdürebilir kılmak yönünde bir çaba. Peki, daha fazla ev, araba, kredi kartı, alışveriş üzerine kurulmuş bu hızlı tüketim kültüründe bütün bunlar fazla ütopik değil mi? ‘’Evet ütopik gibi durabilir ama dünyada çok fazla kollektif var. Bunların hepsi de politik örgütlenmeler olmak zorunda değil. Örneğin kalabalık ve geniş aileler de ekonomik anlamda birer kolektif gibi davranabilmekte’ diye yanıtlıyor Ufuk. Kapitalizmin dünyayı tamamen ele geçirmiş olduğunu sansak da aslında durumun öyle olmadığını; insanların hayatta kalmasını kolaylaştıran küçük küçük dayanışmalar ve kolektif yapıların olduğunu söylüyor. ‘’Hayatı hiyerarşik yapılar ve statüko olmadan, eşitlik temelli bir kolektif olarak örgütlenme olarak yaşamayı önemli buluyoruz. Tabi bunun hiç olmayan, yeni icat edilmiş bir kavram gibi sunulması gerekmiyor. Biz bu deneyimi yaşamış olarak geliyoruz aslında, ilkokulda, lisede yaşadığınız dostlukları düşünün. Ya da o zamanlar parayla kurduğunuz ilişkiyi’’… Mahalle hayattır, ona değer biçilir mi? Nora da, Ufuk’u onaylıyor : ‘’Dünyanın hemen her büyük kentlerinde İstanbul’un yaşadığına benzer dönüşümler oluyor. Nispeten yaşamın ucuz olduğu bir mahalle öğrencilerin, sanatçıların bu yüzden oraya gelmesiyle değişebiliyor, mutenalaştırılıyor. Bu Berlin’de de yaşanıyor. İstanbul’da da Tarlabaşı ve Sulukule gibi örneklerde bunu görüyoruz. Ancak biz bu yöndeki değişime karşı bir şeyler yapabiliriz. Örneğin bu değişimi burada hep beraber tartışabiliriz, bu mahalleden insanlarla konuşabiliriz’’. ‘Mahalle dediğimiz şey bir hayat değil mi aslında?’ diye soruyor Ufuk. ‘’Mahalle, sadece sokaklardan, binalardan, yollardan ibaret değil. Burada yine değer meselesinin sorgulanmasına geliyoruz. Bir mahallenin değeri insanlar arasında sıcak ilişkiler varsa vardır. Peki siz o değere parayla ifade edilebilecek bir paha biçebilir misiniz?’’ https://www.facebook.com/komsoKafeCollective

5 Aralık 2013 Perşembe

Çünkü 'yalnız olmuyor'....

Çünkü ‘yalnız olmuyor’… http://m.t24.com.tr/haber/cunku-yalniz-olmuyor/245366 Bunları anlatan, mahallesini yeni yeni keşfetmeye; komşularıyla iletişim kurmaya başlayan bir genç… Özgür Duygu DurgunBen Yeldeğirmeni mahallesinde 1990 yılında doğdum. Çocukluğuma dair bu mahallede hiçbir anım yok. Arkadaşlarım, ailem ile buluşmak için ve okula gitmek için Rıhtım Caddesi’nden yürürdüm. Kendi mahallemin sokaklarından habersizdim. Şimdi 23 yaşındayım. Son üç aydır sokaklarımda yürümeye, kaldırımlarda oturmaya, ilk defa mahalleli komşularıma selam vermeye, kendi esnafımdan alışveriş yapmaya başladım’’. Kısa bir süre öncesine kadar Bağdat Caddesi’nden çıkmayan, kendi deyimiyle ‘prenses gibi yetiştirilmiş’, özel üniversite mezunu genç bir kız bunları anlatan. Mahallesini yeni yeni keşfetmeye; komşularıyla iletişim kurmaya başlayan bir genç… Aslında mahalle aidiyetini hissetmeye başlayanların sayısı bir hayli fazla, yani bu genç arkadaş pek yalnız sayılmaz. Bu semtte yani Yeldeğirmeni’nde beş, 10, hatta 20 yıldır yaşayanlar da belki bu genç kız gibi mahalle ile daha önce hiç kuramadıkları türden bir bağı kurmaya başladılar. Bu aniden ortaya çıkan ‘aidiyet’ ihtiyacını yaratan ne oldu diye soracaksınız. Hikayesini anlatan genç kız bu süreci Yel değirmeni Dayanışması’nın oluşumu ile açıklıyor. Mahalleliden biri olarak ben ise buiht iyacın adını, Ümit Kıvanç’ın olağanüstü kaleminden yıllar önce okuduğum o romanın iki kelimeden oluşan adıyla tarifleyebilirim: ‘Yalnız Olmuyor’. Evet, insana yalnız olmadığını hissettiren bir oluşum Yeldeğirmeni Dayanışması. Ne yaparlar, nasıl yaparlar, nereden çıktı bu insanlar? Kendilerinden dinleyelim; ‘’27 Mayıs akşamı gelen bir mesajla başlamıştı her şey. ‘Kepçeler Gezi Parkı’ndaki ağaçları sökmeye geldi. Gelin ağaçlarımızı koruyalım’. O gece yaklaşık 20 kişiyle başlayan mücadelemiz 31 Mayıs tarihine gelindiğinde on binlere ulaşmıştı…31 Mayıs gecesi ve sonrasında yaşananları asla unutmayacağız. Binlerce insanın gösterdiği dayanışma, gerçekleştirdikleri paylaşım, omuz omuza verdikleri mücadele sadece Türkiye için değil, dünya tarihi için de önemli bir süreç olarak karşımızda durmaktaydı. Bir anda yaşamlarımızı değiştiren, daha doğrusu değiştirebileceğimizi bize hatırlatan direnişimizde biliyoruz ki ‘Biz kazanmıştık’. Kazanmıştık çünkü hala umudumuz vardı ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu deneyimlemiştik, görmüştük’’. Yeldeğirmeni Dayanışması, Gezi’den sonra İstanbul’un pek çok semtinde başlayan mahalle forumlarıyla düzenli olarak toplantılar yapmaya devam etti. Bu toplantılardan birinde mahallede yaklaşık 15 yıldır inşaat halinde duran bir binadan söz edildi. Kış geliyordu, forumların açık havada yapılması bir süre sonra imkansızlaşacaktı. Ve Duatepe Sokak’taki üç katlı, inşaatı yarım kalmış binanın tahtalarla kapatılmış kapısı açılarak binaya girildiği gün, yeni bir süreç başlıyordu mahalleli için. Mahalle evi, dayanışma evi, squat (işgal evi), Don Kişot Sosyal Merkezi gibi pek çok isimle anılmaya başladı bu ev. Evet, çürümeye terk edilmiş, sahibi bile belli olmayan bu bina deyim yerindeyse işgal edilmiş; hatta Türkiye’nin ‘ilk işgal evi’ oluvermişti. Hummalı bir çalışma başladı binada. Gönüllü katılıma dayalı, mahallelinin de desteğini alarak, kimi zaman teyzelerin getirdikleri börekleri, çayları paylaşarak binayı dönüştürmeye, güzelleştirmeye başladı insanlar. Eski oturma takımları getirildi, salona konuldu; eski klozetlerden saksılar yapıldı. Birlikte kahvaltı sofraları hazırlanmaya, filmler izlenmeye başlandı. Ve Ekim ayının ortalarında bir gün polis geldi. Burada ne yapıldığını sordu. O sırada Hollanda’dan gelen Erasmus öğrencileriyle bir atölye çalışması yapılıyordu evde. Kimlikler, pasaportlar kontrol edildi. Ortada (sahipsiz bir evi işgal edip adam etmek dışında) yasa dışı bir şey olmadığını gören polis o günden sonra bir daha ziyaret etmedi gençleri. O günden bu yana mahallenin Don Kişot Evi olarak anılmaya başlandı bu metruk bina. Birkaç hafta önce düzenlenen, Baba Zula ve Sekerse Tehlike’nin çaldığı dayanışma konserinin geliriyle inşaat malzemesi alınarak ciddi bir çalışma başlatıldı. Şimdilerde her haftasonu ‘Kafa Açan Cumartesiler’ adı altında toplantılar, etkinlikler düzenleniyor; sergiler açılıyor. Bir yandan da inşaatı bitirme ve binayı kış şartlarına uyumlu hale getirmek için çalışılıyor. Isınmak için güneş enerjisinden nasıl yararlanılabileceği üzerine kafa patlatılıyor. Yaklaşık 20 kişilik çekirdek ve gönüllü bir ekibin içinde baretlerini takmış genç kızlar, genç adamlar binanın çatı ve dış izolasyonunun yapmak için kovalarla malzemeler taşıyorlar. Evin diğer alanlarında tanışma toplantıları oluyor; burada ne olup bittiğini görmek için gelenlere işgal evinin hikayesi anlatılıyor. Birlikte yapılabilecekler konuşuluyor. Biz oradayken sanat odaklı bir grup insanın kurduğu, tartışma ve dayanışma platformu Turuncu Çadır’dan bir ekip gelmişti örneğin... Yeldeğirmeni Cihangir olmasın! Öte yandan Kadıköy ve özellikle Yeldeğirmeni’nin geleceğin Cihangir’i olacağı söylentileri de dolaşıyor ortalıkta. Kısa zamanda mahallede 100’ü aşkı sanat atölyesinin açılmış olması, Taksim, Cihangir, Nişantaşı üçgeninde ticari galerilere sıkışmak istemeyen sanatçıların nispeten rahat çalışabilecekleri bir yer olduğu için buraya taşınmayı tercih ettiği söz ediliyor sohbette. Bu durumun kaçınılmaz olarak emlak fiyatlarına yansımasından ve Yeldeğirmeni’nin de bir gün Cihangir gibi tüketilmesinden, mutenalaştırılmasından çekinen önemli bir kesim var. Ayrıca Don Kişot işgal evinin son zamanlarda merkez medya da dahil basınımızın ilgisini çekmesi, yapılan haberlerle şöhretinin Kadıköy’ü aşıp ülke genelinde duyulur olması herkesi aynı oranda mutlu etmiyor. Bu minvalde ‘Medya derdimizi doğru anlayıp doğru görüyorsa sorun yok’’ diyenler de var; ‘’Her gün haber olmak işgal evi olma ruhuna aykırı değil mi’’ diye soranlar da… Bir başka belirsizlik ise bölgenin Haydarpaşa Port projesiyle yakın bir gelecekte rantsal dönüşümden payını alma ihtimali.Marmara, Metro ve son olarak Haydarpaşa Port ile Kadıköy rıhtımında yapılması düşünülen projenin bölgenin rant değerini uçurma ihtimali çok kuvvetli. Bu da ister istemez kendi halinde, huzurlu, farklı kimliklerin, kültürlerin bir arada yaşadığı bu semt için ‘Bu rüya acaba ne kadar sürecek’ kuşkusu uyandırıyor. Komşularımızı yeni yeni keşfetmeye başlamışken, bazısında simidin hala 1 TL’ye satıldığı ekmek fırınlarından yükselen mis gibi kokuları içine çekerek sokaklarında dolaşırken; bu güzel mahallenin İstanbul’daki bu hızlı kirlemeden ne kadar uzak kalabileceğini düşünmeden edemiyor insan… Ama işte böyle umutsuzluk anında ayaklarınız sizi Don Kişot Evi’ne götürüyor. Çünkü ‘yalnız olmuyor’ işte… Ve orada birileri size diyorlar ki;‘’Canısıkılanı, merakedeni, eline, beline güveneni, çay seveni, masa tenisinde iddialıyım diyeni, ben de resim yapıcamdan, elini toza bulamak isteyeni ya da sadece şu ucundan bir bakayım diyen herkesi bekliyoruz.” Don Kişot’ta olan biteni takip etmek için: https://www.facebook.com/donkisotsosyalmerkezi