1 Temmuz 2015 Çarşamba

Dinin Demokrasiyle İmtihanı




Demokratik toplumları bir arada tutmak için ifade özgürlüğü ve oy verme hakkı dışında neye ihtiyaç vardır? Hukukun üstünlüğü yeterli midir, yoksa ortak değerlere, etiğe, ahlaka ihtiyacımız var mıdır? Tüm bunlarda dinin rolü nedir; liberal demokrasi için destek mi yoksa köstek mi?’’ Ian Buruma, kitabında din ve demokrasinin nasıl bir arada var olabileceğine dair önemli tespitlerde bulunuyor.

ÖZGÜR DUYGU DURGUN

Malumunuz Haziran’a gergin bir başlangıç yaptık. 7 Haziran seçimleri ve ardından gelen koalisyon tahminleri hâlâ siyasi gündemin bir numaralı meselesi. Din ve kimlik siyasetinin pompalanması marifetiyle adım adım ciddi bir toplumsal kutuplaşmanın içine itildiğimiz şu dönemde, koalisyon tahminlerine biraz mola verip, kültür araştırmacısı, the New Yorker ve the Guardian’a sık sık yazan ve aynı zamanda Bard Collage’da ders veren Ian Buruma’nın Dinin Demokrasiyle İmtihanı: Üç Kıtadan Deneyimler başlıklı kitabına kulak vermenin tam vakti...

Zira kitabın ele aldığı sorular Türkiye’nin 90 yıllık varoluş hikâyesi açısından da dinin demokrasiyle imtihanı konusunda düşündürücü saptamalar içeriyor.
Buruma, Fransız siyasi düşünür ve tarihçi Alexis de Tocquville’in şu sorusunu kitabın iskeleti olarak kurmuş: “Demokratik toplumları bir arada tutmak için ifade özgürlüğü ve oy verme hakkı dışında neye ihtiyaç vardır? Hukukun üstünlüğü yeterli midir, yoksa ortak değerlere, etiğe, ahlaka ihtiyacımız var mıdır? Tüm bunlarda dinin rolü nedir; liberal demokrasi için destek mi yoksa köstek mi?”
Ian Buruma, çok sayıda güncel ve tarihsel örnekten yola çıkarak kitabında demokrasinin işlemesi için dinî inanca dayandırılan şiddetin durdurulması gerektiğine dikkat çekiyor.

ABD ile Avrupa’yı karşılaştıran Buruma, niçin çok sayıda Amerikalının –ve çok az sayıda Avrupalının- dini demokrasinin hizmetinde bir kurum olarak gördüğünü soruyor. Çin ve Japonya örneklerine dönerek, yalnızca tektanrılı dinlerin seküler siyaset için sorun yarattığına ilişkin yaygın inanca karşı çıkıyor.

Ve çağdaş Avrupa’da görülen radikal İslam olgusunu, Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri’nin yayımlandığı dönemde aldığı tehditlerden Theo van Gogh cinayetine uzanan farklı örneklerle gözden geçiriyor.
Taraf tutmamaya özen gösteren Buruma, “Batılı değerler”i savunanlar ile “çokkültürcü”ler arasındaki savaşın sorunlu yönlerini göstererek, demokratik bir Avrupa İslam’ının yaratılmasının “zorunlu” olduğunu vurguluyor.

Nasıl mı?
Öncelikle dini ezme girişimlerinin, demokrasi getirmek yerine genellikle dinî isyanlara ya da dinî şiddetin en kötü biçimlerine kadar kanlı siyasi kültlere yol açtığını hatırlatarak…
Örgütlü dinleri ezme girişimlerinin toplumlarda yarattığı ağır tahribatı hatırlatan Buruma, Nazizm ve Stalinizmi yad etmeyi ihmal etmeyerek, devletin mutlak hakikatin kaynağı olduğunu iddia ettiği böyle örneklerde her yolun kaçınılmaz olarak şiddete çıkacağının altını kuvvetle çiziyor.

Medeniyetler çatışması mı dediniz?

Robert Frost’tan manidar (!) bir alıntıyla (‘‘Yaşlandığımda muhafazakâr olmama yol açmasından korktuğum için gençliğimde radikal olmaya asla cüret etmedim’’) devam eden kitabın önemli bir kısmında İslam’ın demokrasiyle olan gerilimine ve Avrupa– İslam ilişkisine odaklanılıyor.
Ezici çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin kültürel, siyasi, tarihsel çok farklı nedenlerle otokratik olmaya yatkın olduğuna dikkat çeken Buruma, öte yandan İran ve Afganistan dışında kalan Mısır ve Irak gibi ülkelerde diktatörlüklerin seküler olduğunu ve referanslarını Marksizm’den aldıklarını hatırlatıyor çok önemli bir detay olarak.

Özellikle bu iki ülkede ortaya çıkan radikal dinsel aktivizmin temel hedefinin yozlaşmış seküler polis devleti olduğunu anımsatan yazar, “Saddam gibi otokratik Ortadoğu elitlerinin yozluğu, kafir Batı ile özdeş görüldüğünden bugün Amerika ve Avrupa’nın köktendincilerin temel hedefi haline geldiğini” sözlerine ekliyor. Günümüzde Avrupa’da var olan İslam korkusunun sadece şiddetle sınırlı olmadığını da düşünen yazar aynı zamanda Müslümanlar daha fazla çocuk yaptığı için bir çeşit “yok olma”, “Avrupalı kimliğini yitirme” ve “İslamlaştırılma” gibi korkuların Avrupalılarda giderek kronik bir hal aldığına dikkat çekiyor.

Buruma’nın analizleri Huntington’ın çok meşhur edilen “Medeniyetler Çatışması” tezini artık bir tarafa koyma vakti geldiğini de gösteriyor.
Zira 1960’larda Türkiye ve Kuzey Afrika’dan ucuz işçi gücüne kapılarını açan; ardından bu işçilerin aileleri ve çocuklarını da alan; oluşan işçi mahalleri ve gettolarını çoğunlukla kendi haline bırakan ve buraların şiddet ve gerilim alanları olmasına göz yuman Avrupa politikalarını sert bir şekilde eleştiriyor yazar. Bu mahallelerde büyüyen; ne geldikleri ülkeye ne de yaşadıkları kültüre tam olarak ait olmayan gençlerin kendilerine yeni bir kimlik sunan radikal İslam’ı seçmeleri ise bu noktadan sonra artık hiç kimse için sürpriz oluşturmuyor…

Ruhları bir kenara bırakınız...

Avrupa’daki Müslümanlar konusuna özel bir ilgiyle eğilen Buruma, Avrupalı Müslümanların meselesinin kültür, medeniyet hatta dinle bile ilgisi olmadığını savlıyor. Bunun toplumsal ve siyasal bir mesele olduğunu altını çizen yazar, kamusal alanda kendi norm ve inançlarını sergilemek isteyen bir Müslüman’ın veya bir Yahudi’nin ya da Sih’in topluma uyumunun nasıl sağlanacağı sorusunu din ve demokrasi açmazında kilit bir soru olarak önümüze bırakıyor.
İnsanları Fransa’daki devlet anlayışı örneğinde olduğu gibi, kurallara uymaya zorlamanın bağnazlık; İngiltere örneğindeki gibi kendi yollarını tutunmaya teşvik etmenin ise toplum tarafından içerilme duygusunu engelleyeceğini söyleyen yazar, yapılması gerekenin “Teolojik ya da sosyal benzerlik arayışına son verip, yasalara ve demokratik toplumun temel kurallarına riayeti teşvik etmek” olduğunu söylüyor.
Peki, dini kabul ediş dine saygıyı da kapsamalı mı? Veya bir agnostik ya da ateist din kavramını saçma bulduğu halde neden inançlara saygı duysun?

Buruma bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Saygı ile takdir aynı şey değildir. Bir kişi dini inançlara değil ama inananların haysiyetine saygı duymalıdır. Salman Rushdie inançlara saldırmak ile inananlara saldırmak arasında ayrım yapmıştır. İlki tamamen serbest olmalıyken, ikinci serbest olmamalıdır….Siyasette dini inancın ifadesi, bu inançlar akla tabi tutumları bildirdiği sürece meşrudur.”
Herhangi bir inancın partizanı olmadığı gibi militan bir ateist de olmadığını söyleyen yazar, kitap boyunca konusuna yönelik mesafesini her zaman koruyor. Hiç kuşkusuz bu, kitabı okur gözünde değerli kılan en önemli unsur…

Ve son söz Buruma’nın: Çin’in akıllı kadim bilesi Konfüçyüs demokrasi diye bir şey duymamıştı ama kendisine ruhlara ve tanrılara nasıl hizmet edilebileceğini soran öğrencisine aşağı yukarı şu yanıtı vermişti: İnsanlara hizmet etmenin en iyi yolunu bulana kadar ruhları bir kenara bırakalım.

http://t24.com.tr/k24/kitap/dinin-demokrasiyle-imtihani,64