24 Ocak 2015 Cumartesi

Dersim'de çıkan otlar bile bizim kanımızla çıkar



http://sanatatak.com/view/Dersimli-Gregoryan-Ailesi/1393

1938 Dersim katliamında Dersim’in Ermeni sakinlerinin başına gelenler bugün hâlâ çok fazla bilinmiyor. Murat Kahraman’ın hazırladığı kitap, Dersimli Gregoryan ailesinin nezdinde Dersimli Ermenilerin yaşadığı kıyım ve trajediyi tanıklarla ortak belleğe sunuyor.
Sekiz yıl önce bir 19 Ocak günü alçakça bir saldırıyla aramızdan alınan Malatyalı Ermeni gazeteci Hrant Dink’in anısına…
 ‘’Hatırladığıma göre yanımdan iki mi üç mü kişi kaçıyorlardı. Ben biraz afacan mıydım neydim. Onlar benden biraz büyüktüler. Bunların arkasına ben de takıldım. Annemi-babamı bırakıp ben de kaçtım. Parmağıma kurşun değmiş. Acı hissetmiyorum. Fakat akan kanı görüyorum. Kaçanlardan Ermeni biri vardı. Adı Setrak’tı. O kaçıp uzaklaştı ve ben bir taşın altına giriyorum. Her taraf çember gibi çevrilmişti. O taşa gelen kurşunların sesi yeminle söylüyorum hala kulaklarımda’’.
 
1938 Dersim katliamı üzerine bugüne dek çok fazla şey yazıldı; çizildi. 2015, Ermeni Kıyımı’nın 100. Yıldönümü ve aynı zamanda Dersim Tertelesi’nin 77. Yılı.
Geniş anlamıyla tarih denen kavramı düşündüğümüzde ‘38 kıyımının üzerinden sadece 77 yıl geçmiş olduğunu görmek; bu toprakların kadim halklarına yaşatılan zulmün geçmişinin bu kadar yakın bir zaman diliminde yaşandığını idrak etmek yeterince sarsıcı.
Dersim katliamı bugün artık bir sır değil. Ancak Dersim’de yaşayan Ermenilerin katliamda başlarına gelenler bugün bile Dersim’in tüm boyutlarıyla algılanması ve tartışılması kapsamında en az konuşulan konulardan biri.
Dersim- Çemişgezekli yazar Murat Kahraman’ın hazırladığı `Gökyüzünü Kaybeden Kartal` Dersim’de 1938’de yaşanan katliamın ‘bu kayıp’ boyutunu gündeme getiren önemli bir çalışma. Dersimli Gregoryan Ailesinin Anıları altbaşlığıyla sunulan kitap İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Kitap, Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Zımek köyünde yaşayan Gregoryan ailesinin katliam ve sonrasında yaşadıklarını, hayatta olan ve olmayan tanıkların diliyle okurlara ulaştırıyor. Sarkis Gregoryan’ın (Katliamdan sonra değiştirilen adıyla Hıdır Yıldız) günlüğüyle başlayan kitap Dersim coğrafyasına 23 yıl arayla sığdırılmış iki soykırımı (1895 ve 1915) yaşayan ve her ikisinde de bir şekilde kurtulmayı başaran Gregoryan ailesinin 1938’de binlerce Ermeni ailesi gibi yaşadığı trajediyi, parçalanmayı, kimliksizleştirmeyi anlatıyor.
Yazar Murat Kahraman’ın da belirttiği gibi Sarkis Gregoryan’ın ardında bıraktığı günlük başlı başına bir ‘hazine’ değerinde. “Çünkü öldürülenlerin çetelesinin bile tutulmadığı bir yerde yaşanan acının çetelesini tutmak çok daha zor”. Sarkis, o yıllarda henüz küçük bir çocuk. Annesinin defalarca süngülenmesine şahit olan, ailesinin dağılmasını izlemek zorunda kalan ancak buna rağmen yaşama tutunmaya çalışan ufacık bir çocuk.  Sarkis Gregoryan’ın anıları, soykırımın sadece fiziki ölümlerle sınırlı olmayıp; kıyımdan kurtulabilenlerin yaşamlarının geri kalanında ağır bir tahribat ve yarayla yaşamak zorunda bırakılması gibi son derece trajik bir bedeli olduğunun kanıtı.
Gregoryan ailesinin Dersim katliamında başına gelenler kitapta Sarkis’in günlüğünün yanı sıra Sarkis’in hala hayatta olan ve Almanya’da yaşayan kardeşi Kevork ile yapılan söyleşi ile bütünleniyor. Dersim soykırımından parmağından aldığı yarayla kurtulan Kevork amcanın yarası daha dün gibi taze.
1938’de beş yaşında bir çocuk olan Kevork amca katliam gününü anlatıyor: “Hatırladığıma göre yanımdan iki mi üç mü kişi kaçıyorlardı. Ben biraz afacan mıydım neydim. Onlar benden biraz büyüktüler. Bunların arkasına ben de takıldım. Annemi-babamı bırakıp ben de kaçtım. Parmağıma kurşun değmiş. Acı hissetmiyorum. Fakat akan kanı görüyorum. Kaçanlardan Ermeni biri vardı. Adı Setrak’tı. O kaçıp uzaklaştı ve ben bir taşın altına giriyorum. Her taraf çember gibi çevrilmişti. O taşa gelen kurşunların sesi yeminle söylüyorum hala kulaklarımda”.
Kevork amca sürgün yolunda hatırladıklarını ise şöyle anlatıyor:
“Bizi kamyona doldurdular. Hozat’tan Elazığ’a gönderdiler. Tabii o zamanlar Elazığ nedir, neresidir bilmiyorduk. Pertek’te bir köprü vardı. Kamyon bu köprünün tam ortasında durdu. Herkes köprüden atılacak diye korktu. Ben babama teselli veriyorum. Babam öldüğü güne kadar benim nasıl teselli verdiğimi anlatıyordu. Bilmiyorum, nereden geliyordu. Bir çocuğun bunu söylemesi kolay olmasa gerek.”
“Benim hala içim Dersim’de” diyor Kevork amca. Hani Hrant Dink de bir vakitler demişti ya, “Evet bu topraklarda gözümüz var ama içine girmek için” diye. Anadolulu bir Ermeni olmak galiba bu his ortaklığını yaşamak demek.
Kevork amca anlatıyor: “Ben her zaman orada, Zımek’te hissediyorum kendimi. Yani bu Allah vergisi çünkü bizim bütün kanımız orada. Hatta benim de kanım damladı orada. Benim annem, babam, dedem bilmem nelerim oranın içerisinde. Orada çıkan otlar bile bizim kanımızla çıkıyor. Sonra biz orada millet olarak gelmiş geçmiş insanlar değiliz. Anlıyor musun? Biz herhalde oradan çıkmışız.”
1895 katliamı, 1915 soykırımı ve nihayetinde 1938 kıyımı… Bu coğrafyanın tüm lanetlerinden sıyrılıp halklarına yaşattığı zulmü,  siyasi saiklerle değil sahici bir söylemle kabullenmesinin zamanı geldi de geçiyor.

Bu arada kitabın tüm telif haklarının Dersim’in yaralarının sarılmasına katkıda bulunmak, bu amaçla akademik ve kültürel çalışmaları desteklemek amacıyla kurulmuş olan Royal Vakfı’na bağışlanacağını da ekleyelim

Angela Davis: Yasımızı tutarken adalete yönelmeliyiz

ABD’nin en tanınmış siyasi tutuklusu olarak bilinen, insan hakları savunucusu Angela Davis, Charlie Hebdo saldırısına ilişkin, "Öç alma tutumuna düşmemeliyiz' diye konuştu.

- A +
‘’Özgürlüğün, adaleti tüm dünyaya yayılmasını istemiyor muyuz? Eğer istiyorsak bu talebi olağandışı eylemlerle göstermenin zamanıdır. Olağandışı çaba sarf etmenin zamanıdır. Her zaman ılımlı olamayız. Yeri geldiğinde ayağa kalkıp ‘’hayır’’ dememiz gerekiyor. Hrant Dink’in de bize öğrettiği bu değil miydi?’’
ABD'li aktivist ve insan hakları savunucusu Angela Davis, Hrant Dink'i anma Konferansı'nda yaptığı konuşmada, Türkiye’de yaşayan insanların kendi emperyal ve sömürgeci geçmişleriyle nasıl yüzleşeceklerini söyleyemeyeceğini belirterek, "Ermenilerin, Süryanilerin, Kürtlerin, Yunanlıların tabi tutulduğu etnik soykırıma dair özgürce tartışabilmeliyiz" diye konuştu.

ABD’nin en tanınmış siyasi tutuklusu olarak bilinen, insan hakları savunucusu ve aktivist Angela Davis, Boğaziçi Üniversitesi’nde bugün (9 Ocak) gerçekleştirilen Hrant Dink’i Anma Konferansı’nda çarpıcı bir konuşma yaptı.
Amerikan başkanlarından Nixon’ın ‘terörist’ ilan ettiği, Reagan’ın üniversitedeki görevinden zorla uzaklaştırdığı, 70’lerde FBI’ın en çok arananlar listesinde olan ünlü aktivist Angela Davis, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Sosyoloji Bölümü ve Tarih Bölümü ev sahipliğinde düzenlenen konferansta "Ulusaşırı Dayanışmalar: Irkçılık, Soykırım ve Yerleşimci Sömürgeciliğe Direnmek’’ üzerine konuştu.

Rakel Dink: Ancak sevgi, şiddeti yenebilir

Konferansta kısa bir konuşma yapan Rakel Dink ise dinleyicilere ‘’Irkçılıktan, şiddetten, ayrımcılıktan nefret etmeliyiz. Birbirimizi sevilmeye ve değer verilmeye layık görmeliyiz. Ancak sevgi, şiddeti yenebilir’’ sözleriyle seslendi.

'Yasımızı tutarken adalete yönelmeliyiz'

Paris’te mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıyı değerlendiren Angela Davis, “Bizler burada Paris’te öldürülmüş olan 12 gazeteci ve polis memurunun aile ve sevdiklerine taziyelerimizi iletirken öç alma tutumuna düşmemeliyiz. Ben bu şüphelilerin, bu genç adamların yüzlerine baktığım zaman sadece terörün yüzünü görmemeye çalışıyorum. Yanlış yönlendirilmiş gençlerin yüzlerini görmeye çalışıyorum. Gelecekteki imkanlardan yoksun bırakılmış gençleri görmeye çalışıyorum. İntikam ve cezalandırma etkilerinden kendimizi mümkün olduğunca özgürleştirmeli ve arındırmalıyız. Yasımızı tutarken adalete yönelmeliyiz” diye konuştu.

'Etnik soykırımı özgürce tartışabilmebiyiz'

İfade özgürlüğü ve toplumsal yüzleşme kavramlarına özel vurgu yapan Angela Davis sözlerine ‘’Türkiye’de yaşayan insanlara kendi emperyal ve sömürgeci geçmişleriyle nasıl yüzleşeceklerini ben söyleyemem. Ancak şunu söyleyebilirim; Ermenilerin, Süryanilerin, Kürtlerin, Yunanlıların tabi tutulduğu etnik soykırıma dair özgürce tartışabilmeliyiz. Eğer bunu tartışmayı kabul edersek toplumsal dönüşümden söz edebiliriz’’ diye devam etti.

'ABD polisi militarize bir güce dönüştü'

Konuşmasında ABD’de siyahlara ve yerlilere yönelik ırkçılığa ve polis şiddetine değinen Davis, kendisinin de bir zamanlar tutuklandığını hatırlatarak, “Belki de sizin anne-babalarınız ya da büyükanne ve büyükbabalarınız benim özgür bırakılmam için sokaklarda yürümüştür. O dönemde muazzam bir uluslararası kampanya yürütülmüştü ve bu kampanya sayesinde her şeye rağmen biz kanmıştık. O dönemde imkânsız görülen bir başarıydı bu, Amerika’daki gücün alt edilemeyeceği düşünülüyordu ancak bu kampanya sayesinde bugün sizlerin huzurunuzdayım” dedi.
‘’Eğer bizler ancak ırkçı polis şiddetinin devam ettiğini ve genç siyah erkeklere yöneldiğini kabul edersek ve bunun analizini yaparsak ırkçı şiddeti bir bağlama oturtup tartışabiliriz’’ diyen Davis, Ferguson örneğinde görüldüğü üzere, ABD’de polisin artık militarize bir güce dönüştüğünü vurguladı.

'Ferguson'da kullanılan gaz bombaları Filistin'de de kullanıldı'

Polis kuvvetinin militerleşmesi ve başka ülkelerde olup bitenler arasında bağ olduğunu söyleyen Davis sadece Ferguson’daki değil aynı zamanda Batı Şeria ve Gazze’deki askeri şiddetin bu bağlamda sorgulanmaya muhtaç olduğunu ifade etti.
Amerikan polisinin muazzam bir askeri güce dönüşmesinin ardında İsrail’in desteği olduğunu belirten ünlü aktivist,‘’İsrail, kolluk kuvvetlerini eğiterek buna hizmet ediyor. Komiserler, şefler, FBI ajanları, bomba imha uzmanları bugün İsrail’de eğitim alıyorlar. Ferguson olaylarını izleyen bir Filistinli aktivist Ferguson’da polisin kullandığı gaz kapsüllerinin Filistin’de Filistinlilere karşı kullanılan kapsüllerle aynı olduğunu bizzat görmüş. Hatta Filistinli aktivistler Twitter üzerinden Ferguson’daki direnişçilere ‘’Polisten çok fazla uzaklaşmayın. Hatta mümkün olduğu kadar yakınlarında durun. Eğer yakınlarında olursanız gaz bombasından etkilenecekleri için size bir şey yapamazlar’’ şeklinde tavsiyeler veriyorlardı’’ diye konuştu.

Yeni İstanbul kimin İstanbul'u?

İstanbul’un değişimi Türkiye’nin değişimi demek. İstanbul parsel parsel satılıyor, özelleştiriliyor ve inanmamızı istedikleri gibi ‘’zenginleşiyor’’. Peki gerçek durum bu mu? ‘’Yeni İstanbul Çalışmaları’’ kitabı, ‘’büyüme’’ saplantısının sırtımıza yüklediği sorunları sorgulamak ve mücadeleye devam etmek için ideal bir okuma …
Nasıl bir kentte yaşıyoruz, kentin hangi mekanlarında yaşıyoruz? Kent insanları kucaklayan bir yapıya mı sahip, yoksa tam tersine ötekileştirip kendinden uzaklaştırıyor mu? Yeni İstanbul’un hızlı değişimindeki belki en önemli sorun, yazarların da haklı tespitiyle giderek cemaatleşen bir kent toplumu olduğumuz yönünde. Steril mahallelerde, güvenlikli sitelerde yaşayıp; kent ile bağlantı kurmayı reddeden, aynı AVM’lerden alışveriş eden, kendisi gibi olanlar dışındakileri öteleyen, yok sayan sorunlu bir kentlilik kültürü bu…
Son yıllarda kent çalışmaları üzerine, özel olarak İstanbul’a dair araştırmalar hızla çoğalıyor. İstanbul gibi baş döndürücü hızla değişen bir şehir için belki de bu çalışmaların sayısı az bile.  Metis Yayınları’ndan çıkan Yeni İstanbul Çalışmaları, içerik ve hacim olarak Yeni İstanbul’a dair yeniden düşünülmesi gereken parametreleri ve kavramları önümüze koyuyor.  Başlıktaki ‘’Yeni’’, hem iktidarın ‘’Yeni Türkiye’’ söylemine (balonuna demek daha doğru belki de) atıfta bulunurken, hem de kentin değişen çehresine dikkat çekmesi açısından isabetli bir seçim.
‘’Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar’’ alt başlığı ile sunulan kitap, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri Ayfer Bartu Candan ve Cenk Özbay tarafından hazırlanmış. Kitabı mevcut akademik çalışmalardan farklılaştıran özellik, kitaba makale ve araştırmalarıyla katkı sunan ve çoğunlukla antropologlardan oluşan 20’yi aşkın araştırmacının taze bakış açıları ve güncel yaşam deneyimleri üzerinden İstanbul’u anlama ve anlatma çabası sunuyor olması. Bu yönüyle Yeni İstanbul Çalışmaları akademik bir çalışmadan çok kentin gündelik problemlerine eğilen çok önemli bakış açılarını biraraya getiriyor.
İstanbul’da Mekan ve Siyaset, Emek ve Ekonomi, Politik Ekoloji, Beden ve Cinsellik olmak üzere dört bölüme ayrılan kitapta kentsel dönüşüm, alt kültürler, mekan ve cinsiyet sorunları, göçmen kadınlar, kentsel dönüşümün önemli bir trans kültürüne ev sahipliği yapan Beyoğlu’nda yaşayan trans bireyler üzerindeki tahribatı, yeni kentsel muhalefet, İstanbul’un politik ekolojisi, İstanbul ve emek gibi alt başlıklar altında derinleştirilmiş analizler yer alıyor.

Kitapların Casanova'sı Manguel...

Ona en çok yakıştırılan tanım ‘’Kitapların Casanova’sı’’. 40 bini aşkın kitaptan oluşan kütüphanesiyle dünyanın en önemli kitap koleksiyoncularından biri. Çok genç yaşlarındayken, görme güçlüğü çeken Borges’e kitap okuyarak edebiyatın büyülü dünyasına adım atan ünlü Arjantinli yazar, çevirmen ve sıkı bir kitap müptelası olan Alberto Manguel Boğaziçi Üniversitesi’nin Chronicles programının konuğu olarak İstanbul’da… Arjantin’de doğdu, Kanada vatandaşı olarak bir süre Kanada’da yaşadı. Halen Fransa’da 40 bin kitaptan oluşan görkemli bir kütüphane-evde yaşamını ve yazarlığını sürdürüyor. Önceki yıl Tanpınar Festivali’nin konuğu olarak İstanbul’a gelen, İstanbul ile sınırlı kalmayıp Tanpınar’ın izinde Beş Şehir’i ziyaret eden Manguel, Boğaziçi Üniversitesi’nde üç hafta süreyle yaşayacak ve Chronicles programı kapsamında üretimlerde bulunacak. Manguel, 14 Ocak’ta, Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘’Merakın Tehlikeleri’’ başlıklı bir söyleşiyle yeniden okurlarıyla buluşacak. Türkçe’de hatırı sayılır bir okur ve hayran kitlesi olan Alberto Manguel, Türkiye’nin kültürel tarihiyle yakından ilgilenen bir yazar. Yayıncısı Yapı Kredi’yle birlikte önümüzdeki aylarda Tanıpnar’ın ‘’Beş Şehir’’ adlı eserini yeniden ele alan bir kitap hazırlığı içinde olan Manguel, geçen yıl geçirdiği ve konuşma/yazma yeteneğini tehdit eden rahatsızlığı alt etmiş görünüyor. 67 yaşındaki Manguel, geçen kış aniden gelen bir inmeyle geçici bir süreliğine yazma yeteneğini kaybetmişti. Bu deneyimi ‘ilginç ve heyecan verici’ bulduğunu söyleyen yazar bu rahatsızlığın bir anlamda kendi iç dünyasını gözlemleme imkanı verdiğini belirtiyor. Son 10 yıl boyunca her yeni güne Dante okuyarak başlayan yazar, Dante okumalarının ruhsal anlamda arındırıcı bir etkisi olduğuna inanıyor. Alberto Manguel’in Boğaziçi Üniversitesi’ndeki söyleşisinden satır başları şöyle; · Gücü eline geçirenler her zaman sansüre başvurur “Tarih boyunca gücü ele geçiren herkes sansüre yeltendi ancak hiçbiri başarılı olamadı. Güçlü insanlar çok fazla sorgulanmaktan hoşlanmazlar ve bu sebeple yakarak, yok ederek, korkutarak ya da susturarak sansür uygulamaya çalışırlar. Ancak bu çaba eninde sonunda yazarların ellerinde bulundurdukları gücü hissetmelerini sağlar. Tarih boyunca sözcükler ve metinler sansüre rağmen yaşamayı hep başarmıştır.” · Kütüphaneler de bir çeşit sansür mekanizmasıdır “Her kütüphane kendisini düzenleyenin tercihlerinin gölgesini üzerinde taşır. Çünkü kataloglama işi yorumla yapılır. Bu bir gerekliliktir ancak bir şekilde sizi yönlendirir ve tüm bilgilere aynı seviyede ulaşmanızı engeller. Bu da bir nevi sansürdür.” · Hayatta Herkes İçin Yazılmış bir Paragraf Vardır “Sizi hiç tanımayan herhangi bir yazarın bir kitabının bir sayfasında, bir paragraf mutlaka sizi anlatıyordur. O birkaç satırla karşılaşınca “işte benim hikâyem” dersiniz. Bazı şanslı insanlar bu paragrafı bulur, okur ve hafızalarına kazırlar. Benim kütüphanem kitaplarla dolu ve her yerde, her koşulda okumaya devam etmeme rağmen pek çok kitabı okumaya ömrümün yetmeyeceğini biliyorum. Ancak şunu da belirtmeliyim ki ben bana yazılan birden fazla paragrafa ulaşıp, okumayı başaran şanslı insanlardan biriyim.” Amacım Görme Engelli Birine Yardım Etmekti “Neredeyse hiç görmeyen Borges ile bir kitapçıda çalışırken tanıştım. Borges hikâyelerini o kitapçıda yazıyordu. Yazdıklarını, geri dönüp kontrol edebilmek için benden yardım isterdi. 1964-68 yılları arasında Borges’e kitap okumaları yaptım. İlk başta tek gayem görmeyen bir adama yardım etmekti. Ancak onun bir zanaatkâr gibi ürününü işleyişi ve okumaları yaparken bana devamlı sorduğu sorular, bana hayatın formülünü öğretti. İlk başta ben de yazmaya çalıştım. Ancak yazdıklarımın, okuyup beğendiğim yazarların yazdıkları kadar iyi olmadığını görünce yazmayı bıraktım. Hangi kitabın iyi olduğuna okurların karar verdiğini gördüm ve kitabın üzerinde yazardan çok okuyucunun etkisi olduğunu fark etmem okuma tarihi üzerine yaptığım çalışmaların başlangıcı oldu. Sadece yazabildiğimi yazmak yerine, her okumak istediğimi okuyor ve yorumluyorum.”
http://sanatatak.com/view/Kitaplarin-Casanovasi-Manguel/1376