On yedi yaşında Kızılhaç'ta çalışmaya başladınız. Daha sonra Amerika'ya yerleştiniz. Ülkeniz Fransa'ya döndüğünüzde ise tanınmış bir mimarlık bürosunun başındaydınız. Ancak bu renkli yaşamöyküsü Türk okurlar için çok daha ilginç bir ayrıntıyı içeriyor. O da, İzmir kökenli bir aileden geliyor oluşunuz.
Aslında İzmirli olan ben değilim. Büyük büyük dedem Levy Bairacli İzmirliymiş ve büyük çarşının sahibiymiş. Dedem Rafaël, ninem Lucie Kalef ile evlenmiş ve her ikisi de şehri kasıp kavuran büyük yangına kadar İzmir'de yaşamışlar. Yangın sırasındaysa İngiltere'delermiş. Ayrıca büyük büyük dedemin İzmir'in ilk hastanesini yaptırdığını ve İngiltere'den getirttiği bir asansörü monte ettirerek, kentin aşağı kısmının üst bölümleriyle bağlantısını sağladığını da biliyorum. Sanırım hâlâ kalıntıları duruyor. Büyük büyük dedemin bir heykelinin hastanenin önünde bir yerde durduğunu da söylediler. Elbette tüm bunlar bende ailemin geçmişi ve bu geçmişin izini sürmek konusunda bir merak uyandırıyor. Çocukluğumdan beri bana kökenlerimin ne olduğu sorulduğunda, hep damarlarımda Türk kanı aktığını söylerim; aradan nesiller geçmiş olsa da. Günün birinde İzmir'i ziyaret edip büyük büyük dedemin izini bulmayı düşünüyorum.
Yazdığınız hemen her kitap best seller olmayı başarıyor. Bunu sırrı ne?
Hiçbir sır yok, her roman bir başlangıç, yeni bir serüvendir. Ben mesleğimi mütevazı bir zanaat gibi görüyorum, her kitabı yeni baştan ortaya çıkarmak gerekir. Bence atölyesine giren her zanaatçı işini alçakgönüllülükle yeniden gözden geçirir. Okurlarımın bana güven duyması beni çok duygulandırır ve her zaman bu güvene layık olarak, daha iyi çalışmaya özen gösteririm.
Hakkınızdaki kimi eleştirilerde, edebiyat kaygısı gütmediğiniz ve best seller yazarı olduğunuz söyleniyor...
Ben eleştirmenleri değil okurlarımı hoşnut etmek için yazıyorum. Ne övgü alma ne de zafer kazanma kaygım var. Bir seçim yapmam gerekirse, okurlarımı memnun etmek beni daha çok duygulandırır. İnsanların birkaç saat gündelik tasalarından uzaklaşmalarını, gülümsemelerini,
duygulanmalarını sağlamak beni mutlu eder ve işime anlam veren de budur.
Ahlak derslerinden hoşlanmadığınızı söylüyorsunuz ama romanlarınızda, tıpkı Paulo Coelho'da olduğu gibi, karşımıza çıkan bir mesaj var: İnsanların hayallerine inanmaları ve hayatta özgür seçimler yapmaları. Kişisel tarihinizde sizi yazarlık serüvenine götüren yolda bu öğretiye sıkı sıkıya bağlı olduğunuz anlaşılıyor. Hayat hayallerini gerçekleştirmek isteyen herkese bu kadar cömert davranıyor mu sizce?
Bence fikirleri ve bakış açılarını paylaşmakla onları insanlara dayatmak arasında bir fark var. Bir roman yazarı olarak benim bakış açımın bir başkasınınkinden daha önemli ya da daha doğru olması için hiçbir neden göremiyorum. Ama benim için yazmanın mutluluğu aynı zamanda fikirleri paylaşmanın, insanlarda istek uyandırmanın sorular sormanın getirdiği mutluluktur ve evet, hayalleri gerçekleştirmeye çalışmak yaşama anlam kazandırmanın bir yöntemi, bir tür mutluluğa uzanan yoldur.
Keşke Gerçek Olsa, Spielberg tarafından beyazperdeye aktarıldı. 'Nabila'nın Mektubu' adlı kısa metraj filminizle siz de kamera arkasına geçtiniz. Mes Amis Mes Amours adlı romanınız beyazperdeye de aktarılıyor. Sinemada ne tür projeler sizi heyecanlandırıyor? Büyük yönetmenler ve Hollywood'un parlak oyuncularıyla ses getiren projeler ya da 'Nabila'nın Mektubu'nda olduğu gibi Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum kuruluşları adına gerçekleştirilen belki daha küçük ölçekli ama daha çok hümanist projeler?
Ah! Ama Hollywood'un büyük yıldızlarıyla çalışacak bütçem yok ve film yapabilme ayrıcalığına sahip olmak benim için yeterince inanılmaz. Şansımın son derece farkındayım ve her gün çalışarak bunu hak etmeye çalışıyorum. Ben, insana dair hikâyeleri seviyorum. Keşke Gerçek Olsa, Sonsuzluk İçin Yedi Gün, Neredesin... Kitaplarınız uzun zamandır Türkiye'de de çok seviliyor ve okunuyor. Okurlarınız sizinle bu yıl tanışma olanağına sahip olacak. Neler hissediyorsunuz? Şunu söyleyebilirim ki bu yolculuk için gün sayıyorum.