8 Eylül 2007 Cumartesi


Samatya'da bir pazar...
Samatya es un pueblecito de Estambul donde se celebra La fiesta de Peces en cada Septiembre. Siendo un barrio muy autentico, Samatya te sentir 'en casa' con su pueblo, sus tiendas, restaurantes...Quizas es un lugar donde el tiempo no vuela ...

İstanbul'un en güzel köşelerinden biri, Samatya...Sadece sevimli olmakla kalmayıp aynı zamanda tarihi, İstanbul'un tarihinden de eskiye uzanan saklıbir cennet. Her sene Eylül'de balık sezonunun açılmasıyla semtte bir Balık Festivali düzenleniyor. Mutlaka gidip görün, Samatya'nın tarih kokan güzel sokaklarında dolaşın, mevsimin en taze ve lezzetli balıklarından yiyin, mahalleliyle sohbet edin ve kendinizi hiç olmadığınız kadar "ev"inizde hissedin!
Balık çeşitleri için buyrunuz : http://www.samatya.com/baliklar.htm















5 Eylül 2007 Çarşamba

İmkânsız Değil Üstelik Gerekli ! Bir bienal daha başlıyor



İstanbullu sanatseverlerin sabırsızlıkla beklediği günler nihayet geldi! Uluslararası sanat platformunda önemli bir yer tutan Uluslararası İstanbul Bienali bu yıl 10 yaşına giriyor. 8 Eylül - 4 Kasım 2007 tarihleri arasında gerçekleşecek Bienal'in özel projelerinden Gece Gezenler'i kaçırmayın!

10. Uluslararası İstanbul Bienali kapsamında, 18'i Türkiye'den olmak üzere dünya güncel sanat çevrelerinde tanınan ya da yeni keşfedilen 96 sanatçı ve sanatçı grubunun 150'yi aşkın projesi sergilenecek.

Hou Hanru’nun küratörlüğünde "İmkânsız Değil Üstelik Gerekli - Küresel Savaş Çağında İyimserlik" temasıyla gerçekleşecek bienal, bir tema çevresinde düzenlenmiş geleneksel anlayışta bir sergi olmayacak; aksine ortak zekâya dayalı sanatsal üretimi ve fiziksel mekânlarla ilişkiye girmenin yaşayan sürecini vurgulayacak.

Bu yıl bienale özel çeşitli projeler de olacak. Benim favorim "Gece Gezenler", bienalin gece programında yer alan projelerden biri. Projenin kavramsal kurgusu, Hou Hanru'nun Çin Devrimi sırasında halkın ürettiği sokak afişlerine referans vererek kullandığı "dazibao" kavramından hareketle oluşturulmuş. Bienal tarafından yapılan açık çağrı üzerine gönderilen videolar arasından beş genç küratörün yaptıkları seçki, gece boyunca İstanbul'un çeşitli sokaklarında gösterilecek. Kulağa heyecan verici geliyor. Sizce de öyle değil mi?

http://www.iksv.org/bienal

Hakan Akçura: Her kentin bir rengi var


Her kentin kendine özgü bir rengi var
Duygu Durgun'un Hakan Akçura'yla yaptığı, 13 Haziran 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan röportajdan:




Habitat II Kent Zirvesi'nin gerçekleştirildiği Taşkışla Binası, kent-yaşam sorunlarının tartışıldığı bir forum olarak "dünyalı konuklarımız"a hizmet verdiği gibi, çeşitli sanat etkinliklerinin de yeraldığı bir sivil platforma dönüştü. Binanın uzun koridorları, Hakan Akçura'nın "Kentresimleri" başlıklı resim sergisine de evsahipliği yapıyor Habitat süresince. Akçura, sergisini, dünyanın çeşitli kentlerinin haritalarından yola çıkarak oluşturmuş. Geçen yüzyılın ortalarında "The Iconographic Encyclopedia of Science, Literature and Art" illüstrasyon ansiklopedisi için yapılmış olan 22 Avrupa kent planının gravür baskılarını çıkış noktası olarak kabul eden Akçura, bu haritaların kendisinde oluşturduğu "imaj"ları, renkleri yansıtıyor. Sanatçı, kentlerin kendine özgü bir rengi olduğunu veri kabul ederek düşgücünün ürünü isimlerle şekillendiriyor onları. Madrit bir kadına, Viyana bir baykuşa, Roma bir erkeğe, Amsterdam üzgün bir yarasaya, Berlin ise uçan bir fareye dönüşüyor resimlerdi... Peki ya İstanbul?"İstanbul birden fazla resmi, birden fazla rengi olan bir kent. 1983 yılında geldim İstanbul'a ama burada doğmuş hissediyorum kendimi. İlk kentlilik duygusunu İstanbul ile yaşadım. Kendini ele vermeyen, her şeyin dokusunun bulunabildiği, bir yanıyla sefilliğin, bir yanıyla zenginliğin inanılmaz boyutlarda yaşandığı bir kent" diyor Akçura. Sanatçının iki İstanbul'u var. Biri yoğun bir hengamenin, koşuşturmanın İstanbul'u. (Sanatçı bu yapıta "Arıcı" adını vermiş.) Diğeriyse, Asya ve Avrupa'nın birbirini belli bir uzaklıktan, dinginlikle izlediği İstanbul. (Ya da "Domuz ve küçük kız")Hakan Akçura, özgün olanı arayan her sanatçı gibi, bütün yaşam etkinliklerinden, çocukluk oyunlarından, bilmece bulmacalardan, hatta plan, kroki gibi bizden önce yaratılmış ön imajlardan yararlanıyor sergisinde. Kent planları, verili çizim ve görüntülerin içindeki resmi görmeyi sağladığı için daha kolay ulaşabildiği bir resim anlayışına götürüyor sanatçıyı. Akçura, İstanbul dışındaki kentlerin hiçbirini görmemiş. Ancak onun için önemli olan, o kentlerde yaşamış olan insanlara sorduğu "Sizce bu renk, o kentin rengi mi?" sorusuna "evet" yanıtını almak. "Her kentin özel bir ışığı var," diyor Akçura. "O kentte yaşanan her şeyin ve daha önemlisi kişinin kendisini o mekanda konumlandırdığı yer, kente bir renk veriyor. Kentlerin bendeki imajı, her ne kadar oralarda bulunmamış, yaşamamış olsam da, o kente dair bütün verilerden, oralarda yaşayan insanlardan, oraya gitmek veya gidememekten oluşuyor."Kent planlarının "verili imaj özellikleri"ni resme dönüştürerek üreten sanatçı, bu üretim sırasında resim sanatının geleneksel ve çağdaş referanslarını "belki de her bir resimde değişen ve diğerince desteklenmeyebilen bir biçimde" kullanıyor. Verili olan malzemeyi yeniden üretirken, geleneksel tekniklerden yararlandığını söyleyen Akçura, kurduğu konsepti, geleneksel sanatların tekniğiyle bağ kurmaktan vazgeçmeyerek bir "iş"e dönüştürüyor."Bu çok gerginlik verici bir şey. Çünkü insanlar, önce kendi geleneksel referanslarıyla yapıtla ilişki kurmaya kalktıklarında geriliyor. Çünkü yapıtın ardında bambaşka bir konseptle karşılaşıyorlar," diyen sanatçı, kendi orijinalliğini yaratırken rahat davranma özgürlüğüne sahip olduğunu düşünüyor. "Ben orijinal'i yapmıyorum. Çünkü bu benden asırlarca önce gerçekleştirilmiş. Sonuçta insanlar benim referanslarımdan hareketle, o kentle ya da kentlerle ilişki kurabilirler. Beni de bu referansların içine, seçkin bir yere değil, özdeşleşebilecekleri biri olarak yerleştirebilirler."

El ayarı göz kararı İstanbul mutfağı


“El ayarı göz kararı” İstanbul mutfağı


  • Ekşimik köftesi, sürtük salatası, medfune, ayvalı et, hünkar pilavı…İstanbul mutfağının en lezzetli, en özel yemekleri Yelda Sönmez’in kaleminden “Anneannemin Mutfağı” (İş Bankası Kültür Yayınları) adlı kitapta buluştu.

    Bodrum Hadigari Bar’da yıllarca restoran işletmeciliği yapan Yelda Sönmez, Rum, Ermeni, Yahudi ve Osmanlı mutfaklarını harmanlayıp; kuşaktan kuşağa aktarılan tarifleri bir araya getiriyor. Zehra hanımlar, Madam Suzanlar, Nıvart Teyzeler, Bayan Eleniler’in kapı komşuluklarından, kahve sohbetlerinden derlenen tariflerle oluşan kitap, İstanbul’un çokkültürlü mozayiğine mutfak cephesinden bakarken; unutulmaya yüz tutmuş lezzetleri, kokuları bir kez daha hatırlatıyor. Sönmez, üç kuşak boyunca farklı damakların beğenisine sunulmuş, çorbadan salataya, börekten dolmaya 147 benzersiz lezzeti bir araya getiriş öyküsünü anlattı.

    Üç kuşaktır ailenizde biriken reçetelerin Anneannemin Mutfağı"na dönüşümünü kısaca anlatır mısınız; kitap fikri nasıl oluştu?

    Kızımın hayatın yoğun temposu içinde ailemizdeki bu birikimden uzaklaşmış olduğunu; keza etrafımdaki gençlerin hazır ve kolay yemekler ile kültürümüzün önemli bir parçası olan mutfağımızı unuttuklarını hatta bazı şeylerden haberdar bile olmadıklarını gördüm.

    Zaman zaman bu sıkıntımı dile getirip, kültürümüzün yavaş yavaş sadece lafta kalacağı korkumu anlatırken, bir sohbet sırasında İş Bankası Kültür Yayınları yöneticisi Mürşit Balabanlılar, neden bir kitaba dökmediğim sorusunu sordu, ben de cesaret ettim.

    Kitabınızın adını koyarken anneannenizin mutfak becerilerinden yola çıktığınıza göre , kuşkusuz size çok büyük emeği geçmiş olmalı... Bize biraz anneannenizden ve onun mutfak hünerlerinden söz eder misiniz?

    Anneannemin gerçekten bana çok emeği geçmiştir. Bu kitap ona çok geç kalmış bir teşekkürdür de diyebiliriz. Anneannem Romanya Silistire doğumlu Rumeli’li bir kadındır. Küçük yaşta annesini kaybedip, babası ve abisi ile beraber büyümüş, Balkanlar karışınca da Elmadağ’a halasının yanına gönderilmiş ve şimdi anlamaya başladığım; ömür boyu evinin hasretini gizli gizli çekerek hayatına İstanbul’da devam etmiş.

    Çocukluğundan bu yana genzimde kalan kokular, görüntüler; yemeklik yağını, sucukları, tarhanaları ve turşuları nasıl hazırladığıdır. Son derece eli tatlı ve süratli idi. Bütün ailede “yengemin yemekleri” idi. Seksenine merdiven dayadığı günlerde beni ziyarete gelir “hadi bir baklava yapıverim” deyip; bir-iki saat içinde evi lezzete boğup giderdi.
    Uzun zamandır İstanbul mutfağı üzerine çalıştığınızı, yazılı, sözlü kaynaklara başvurduğunuzu belirtiyorsunuz. Bu kitabi hazirlarken, bu tür bilgi ve belgelerden de yararlandiniz mi?
    Becerebildiğim kadarı ile İstanbul mutfağı ve yemek kültürü üzerine bilgi edinmeye çalışıyorum buna bir hobi diyebilirsiniz. Bu kitap lise defteri ve ajanda sayfalarına not alınmış tariflerden, kullanılmış zarfların üzerine yazılmış notlardan, annemin telefondan verdiği “hafif de dibini tuttursan iyi olur gibi” tariflerden derlendi.

    Ölçüler konusunda dikkatli olmam gerektiğini düşündüğüm için klasik tariflerin ölçü sağlamasını yapmak için tabii ki yazılı kaynaklara başvurdum ve tabii hâlâ hayatta olan akrabaların da hikâyeleri dinlendi.

    Bir dönem Bodrum Hadigari Restoran-barı işletmeciliğini de üstlendiniz. Bu deneyim mutfak ile ilişkinize neler kattı?

    Yemeklerimin sadece arkadaş, dost, aile sofralarında değil, üstelik adisyon ödeyerek de defalarca beğeni ile yendiğini gördüm. Bu deneyim ile mutfağın profesyonel tarafı hakkında bilgim oldu. Eli tatlı Ahçı başından büyük mutfak ne imiş onu öğrendim. Benim en fazla on kişi için hazırladığım yemeklerin 50-60 kişi için nasıl hazırlanıp muhafaza edildiğini ve bilmediğim bazı profesyonel mutfak sırlarını öğrendim. Benim için bir eğitim idi.

    Önsözde de belirttiğiniz gibi, kitaptaki lezzetler İstanbul"un çokkültürlülüğünü yansıtıyor. Bugünkü İstanbul"a ve mutfak kültürümüze baktığımızda hızlanan hayat temposuyla birlikte pek çok lezzetin unutulduğunu görüyoruz. Belki de unuttuklarımız arasında gelen en önemli şey, sabır ve sevgiyle yemek pişirmek; ürettiklerimizi sevdiklerimizle paylaşmak. Bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Cevabım sorunuzun içinde saklı zaten. Pratik ve hızlı yemek alışkanlığına karşıyım, hayatı yavaşlatabilmek için insiyatifimizi kullanabileceğimiz, egemen olduğumuz tek yer mutfağımız ve soframız bunu sonuna kadar kullanmaya kararlıyım. Unutmayalım hiçbir keyif aceleye gelmez. Neden? Sona daha çabuk ulaşmak için mi hayatın hızına dur demiyoruz?

    Yemek ve mutfak kültürü üzerine çalışmalarınız sürecek mi?
    Evet, hem teoride hem de pratikte devam edeceğim. Derlemesini yapmaya başladığım iki ayrı kitap daha hayal ediyorum. Şu sırada bu lezzetleri damak tadını paylaştığımız Ülkelere taşımaya çalışıyorum.Müzik evrensel diyoruz,
    Lezzet de evrensel.

    Yelda Sönmez’den mutfak sırları

    Yemeklerinize daima iyi su koyun. Ancak çok su koymayın. Gerekirse pişirme süresinde sıcak su ilave edebilirsiniz. Yemeğin lezzetini suya kaçırmayın.


  • Yemeklerinizi mümkünse kalın tabanlı tencerelerde pişirin. Özel durumlar dışında yemeklerinizi harlı ateşte pişirmeyin.


  • Bu tarifler aceleciler için değildir. Düdüklü tencere kullanmayın. Buna kişisel bir husumet de diyebilirsiniz ama düdüklüden çıkmış yemeğin kokusunu hiç sevmem.


  • Çok gerekmedikçe metal kaşık kullanmayın, tahta kaşıkları tercih edin.

    Biliyorsunuz, müzik sadece yemek yerken değil, yemek pişirirken de dinlenir.

4 Eylül 2007 Salı

gösteri dergisi -nezaket ekici (2)


gösteri dergisi-nezaket ekici (1)



The Celebrated Ottoman Painter
ŞEKER AHMET PAŞA

Westernization affected every facet of Ottoman Turkish society in the 19th century, including art. Two great painters of this area were Osman Hamdi Bey and Şeker Ahmet Paşa. The latter received this art training at military college, and became one of several outstanding military painters. His nickname Şeker, meaning sugar, was acquired on account of his kindly and cheerful personality which won him universal affection, and he had a wide circle of friends who included some of the most eminent men in the empire.

He entered the Medical Collage in Istanbul in 1855 and soon proved so talented at art that he was appointed assistant art teacher, but this interest in medicine dwindled and he resolved to become a painter. In pursuit of this ambition he entered the Military Academy, where art was an important part of the curriculum. The students were taught not only cartography and technical drawing, but also painting as an invaluable skill in the days before photography became widespread. Like all the military artists of his time he went on to teach at the same institution.
The late 19th century was a dynamic period for art in Istanbul, as westernization brought radical cultural and social changes. Western style art education was introduced in both military and civil schools, and large numbers of foreign painters came to Istanbul.
The paintings of Şeker Ahmet Paşa attracted the attention of Sultan Abdülaziz (1860-1876), who sent him to Paris to study art at the Ottoman School which was attended by Turkish military cadets. He subsequently entered the Academy of Fine Arts, where he worked under the orientalist painters Gustave Boulanger and Jean Leon Gérome. When Sultan Abdülaziz paid a state visit to Paris he asked Şeker Ahmet Paşa to purchase paintings for Dolmabahçe and Çırağan palaces. In consultation with Gérome Şeker Ahmet Paşa formed the first major collection of western art in Turkey.
After returning to Istanbul in 1871 he was appointed painting teacher at the Technical College in Sultanahmet. He organized the first art exhibition ever held in Istanbul in 1873, showing the work of both Turkish and foreign artists. They included Saib Efendi, Mesud Bey and Madame and Monsieur Guillemet. The exhibition was visited by the elite of Istanbul, including the grand vezir and the sultan’s son Yusuf İzzeddin Efendi, and the event was widely covered in the press. As a result interest in art among intellectuals and wealthy merchants reached a peak. Encouraged by its success Şeker Ahmet Paşa organized a second exhibition which opened at Istanbul University on 1 July 1875. This exhibition included work by Osman Hamdi, Halil Paşa and Nuri Bey, Le Turquie newspaper reported on 22 July 1875, The entrance charge is two piastres. Children and students of state schools wearing uniform are half price. Trams go as far as the gate, which is next to the Tomb of Sultan Mahmud, at the second stop past the bridge.
Pierre Desire Guillemet, who was serving as court painter at the time, opened the first art school in Beyoğlu, known as the Academy of Design and Painting. Many exhibitions of work by the artists who studied here were held , and together with those organized by Şeker Ahmet Paşa aroused increasing public interest.
Like many of the 19th century Turkish painters Şeker Ahmet Paşa was influenced by the classicist and romantic styles during his stay in Paris, and on his return it was these movements which he introduced to Turkey. His paintings and particularly his landscapes reflect a deep love of nature, and human figures appear as insignificant elements, almost crushed under the overwhelming grandeur of nature.
Şeker Ahmet Paşa’s own passion for nature and power of observation are evident in his landscapes and still-lifes, in which he makes masterful use of the contrast between light and shade. He lends volume to forms with measured control, and applies the painted figures unless as tiny accessories designed to stress nature’s own splendid scale.
Paintings he did before going to Europe, such as Castle on the Hill and Soldiers on Parade are native and expose his deficient artistic knowledge. But while in Paris, under the influence of Courbet, he developed this naive approach, as we see for example in his Landscape with forest and Deer.
Şeker Ahmet Paşa paved the way for the establishment of the state academy of fine arts in Istanbul and spread appreciation of western style painting through the exhibitions he organized and his own work. He also played a key role in the transition from traditional Turkish miniature to modern painting.

Source:
Şeker Ahmet PaşaBy Duygu DurgunSKYLIFE 12/97

Kendi yolunu arayan bir şair Bejan Matur






Yaşadığının altını çizmek, "ben bunu yaşıyorum" diyebilmek için şiir yazıyor Bejan Matur. Yazmadığı gün yok gibi... Yazmak, onun için bir tutku, kendi deyişiyle bir "obsesyon". "Galiba şiir her zaman bir tercümedir. Dilden önce dil dışında olan bir yaşantının dile aktarılma çabasıdır. Kendi iç çatışmalarım ve dış dünyayla ilgili heyecanlarımın anaforundan ancak yazarak kurtulabiliyorum. Bu nedenle yazmak benim için sadece şiiri oluşturmama yarayan bir araç değil. Yazarak yaşadığımın dilini kurmaya, yaşadığımın altını çizmeye çalışıyorum. Sanırım en bariz takıntım yanında defterim olmadan sokağa çıkamam. Benim için şiire malzeme olan şeyi yazmakla şiirin kendisini oluşturmak farklı süreçler. Defterlerimde biriken toparlanması ve okurla buluşabilecek rafine metinler haline gelmesi, işçilik ve eleme, matematik gerektiren bir süreç ve can sıkıcı. Yaptığım iki kitapta yer alan şiirlerin pekçoğu dergilerde yayımlanmadı. Buna gerek duymadım. Yayımlamak için heyecan oluşmuyor bende. Çünkü şiirlerin kitap bütünlüğü içinde yerlerini daha çok bulacaklarını düşünüyorum. Bir duvarın taşlarını örmek gibi bu. Bir yapı, bütünlük kurma isteği. Şiirlerin sıralanışı, temalar, ses benzerlikleri etkiliyor bu yapının biçimini. Kapanıp bir kitaba hazırlanmak fikri bana daha heyecan veriyor. Diğer türlü şiirler dağınık halde elimden uçacakmış gibi geliyor". Sık şiir yayımlayan bir şair değil Bejan Matur. Yazma süreci onun için uzun, yıpratıcı, kederli ve tümüyle tek başına yaşanan bir süreç. Defterlerinde biriktirdiği malzemeye yeniden dönecek gücü bulduğunda, aynı zamanda bu malzemeyi yaratan boğuntulu ruh haline de geri dönüyor. "Onları şiir haline dönüştürmek, çok matematiksel, işçilik gerektiren bir süreç benim için. Her şiirin kendi doğası duyuruyor bana nerede durmam gerektiğini, yahut hangi dizeden vazgeçebileceğimi. Şiir yazmaktan, yaratmaktan çok seçme sanatıdır. Arapça Şi'r'den gelir ve en yüksek sanat değeri taşıyan söz demektir. Bir temayı alıp sürdürmek, o temanın imkânlarını sınamak bana hep daha tatmin edici göründü. Şiir en sevdiğin dizeden dahi yeri geldiğinde vazgeçmeyi göze aldığında, ondan vazgeçtiğinde kendi tamlığına sükunetine ulaşabilir."Çocukluğun ülkesiYitirilmiş bir coğrafya -belki de çocukluğun ülkesine demeliyiz- ağıtlar ve masallara, hayal imgelerine göndermelerle dolu bir şiir Bejan Matur'un şiiri. Rüzgâr Dolu Konaklar ve son kitabı Tanrı Görmesin Harflerimi sanki bu kaynaktan, çocukluktan besleniyor. Maraş'ın Pazarcık ilçesi, Maksutuşağı köyünde doğan Matur, kalabalık bir ailenin en küçük kızı olarak aynı zamanda zengin bir dil evrenine açmış gözlerini. "Evde Kürtçe ve Türkçe konuşulurdu. Babaannem hiç Türkçe bilmezdi. Dedem ise, geleneklerine çok bağlıydı. Her akşam evde mutlaka 10-15 kişi ağırlanırdı. Kimse geri çevrilmezdi kapıdan. Kalabalık bir ailede geçen çocukluktan sonra ortaokulda yatılı okula yollandım. 11 yaşımdan bu yana da hep yalnız yaşadım. Ortaokulda siyah bir radyom vardı. Oradan TRT 3'ün klasik müzik yayınlarını dinlerdim." Rüzgâr Dolu Konaklar'da "anne", şiirinin her köşesine sinmiş sanki. Tanrı Görmesin Harflerimi ise çocuk -Tanrı ilişkisinin kol gezdiği bir kitap. Maraş'ta dünyaya gelmiş olmak; Antep'teki ilk gençlik... Bütün bunların, şiirini meydana getirirken kuşkusuz etkileri olmuş. "Ablalarım Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Simone Beauvoir okurlardı. onların kitaplarını okuyarak, Yunan tragedyalarıyla, Divan Edebiyatı'yla tanıştım. Daha sonra Cahit Sıtkı, Yahya Kemal, Ahmet Haşim okumaya başladım..."Yolculuk ve sürgün duygusuMatur'un şiirlerinin bir başka izleği de yolculuk. Gittiği her yerde yazıyor o. Rodos, Berlin, Edinburgh/İskoçya, İstanbul ve daha pek çok coğrafya, pek çok kent Matur'un şiirinde yerlerini buluyor. Çünkü gidilen her yerin, şiirine bir katkısı olduğunu düşünüyor Matur. Doğaya, sokaklara, insanlara bakıyor; onları izliyor. Bakmadan, görmeden yaşayamıyor. Tabii bir de yolculuk yapmadan... Yolculuk ve sürgün duygusu şiirinin ana izleğini oluşturuyor. "Galiba durmak bir yetenek ve ben böylesi bir yetenekten yoksunum. Ruhum sürekli bir yola doğru çekiliyor ve ilk fırsatta gidiyorum. Çocukken atlasları sevmiş olmamın etkisi belki de. Dünya haritası sanki kafamda yeniden oluştu ve ben kendi yollarımı yarattım. Hep bir merak ve istekle. Kitapta bazı işaretler var nerede yazdığıma dair. Şuna açıklık getirmeliyim, o şiirlerin çoğu değişik ülkelerde yazıldı fakat hepsinde belirtmedim. Çünkü, bana göre yer adı, olmazsa olmaz olduğunda, şiiri tamamlayacak, ona başka bir çağrışım katacak olduğunda önem kazanıyor. Örneğin Sonsuzluk Bilgisi'ni Berlin-Potsdam adını vermeden de yayımlayabilirdim fakat, bunu belirtmiş olmakla tarihi arka planın bilgisini de şiire katmış oldum. O tarihi arka plan şiiri güçlendirmesede şiire bir açıklık ve zenginlik katıyordu. Yoksa, Paris'te Brüksel'de Londra'da yazılmış şiirler de vardı fakat, yazıldığı yerin belirtilmesi şiire bir şey katmıyordu. İskoç tarihini bilen birisi için, "Ağaçların Hayatı" şiiri başka bir anlama gelebilir." Bejan Matur şiir yolculuğunun henüz başında ama "daha şimdiden o kadar çok ülke görmüş o kadar çok insan tanımış ve insanı anlamaya dair o denli önemli bir mesafe katetmiş ki" diye düşünüyor insan. "Bana tanıdık olan kendi kişisel deneyimim. Şiir yayımlandığı andan itibaren bana da yabancı ve okurla her buluşmasında yeniden üretiliyor. Kitabın artık kendi hayatı, yolu var. Bana heyecan veren, tek tek insanların bu şiirle karşılaşmasından doğan farklı hikâyeler, yaşantılar. Yayımlamak bu nedenle önemli benim için..."

Paris'te 5 Türk Ressamı...


Cumhuriyet'in sanat öncüleri

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=128320

ÖZGÜR DURGUN (Arşivi)İSTANBUL -
Şeref Akdik, Cevat Dereli, Muhittin Sebati, Mahmut Cuda, Refik Epikman... Çağdaş Türk resminin temel taşlarını oluşturan bu isimler aynı zamanda Cumhuriyet'in ilk ressamları sayılıyor. Beş ünlü ressam, Cumhuriyet'in birinci kuruluş yılı nedeniyle, sanat alanında kadrolar yetiştirmek üzere harekete geçen devletin bursuyla gemiye binip Marsilya'ya oradan da maceralı bir yolculukla Paris'e gönderilen ilk sanatçı grubu içinde yer alıp, genç Cumhuriyet'in birinci kuşak ressamları olarak anıldılar. Osmanlı gençleri olarak yetişen, işgal güçlerinin İstanbul'a uzanan çizme sesleri altında resim eğitimi gören ve Cumhuriyet'in ilanıyla özgürleşmiş bir toplumda sanatın öncüleri olarak resim kariyerlerini yurtdışında sürdürme şansı verilen bu grubun Avrupa macerası, beş ressamdan yaklaşık 60 yapıt eşliğinde, 'Cumhuriyet'in İlk Ressamları' sergisiyle karşımızda. 1924'te uygulamaya geçirilen ve 1960'lara dek sürdürülen ve Avrupa'ya genç öğrencilerin gönderilmesini sağlayan devlet bursu uygulaması, yalnız sanat alanında değil; fen bilimlerinden felsefe, sosyoloji coğrafya gibi sosyal bilimlere ve spora pek çok alanda Cumhuriyet'in entelektüel kadrolarını yarattı. Sergiyi hazırlayan sanat tarihçisi Dr. Kıymet Giray Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren yaklaşık 40 yıllık sürece damgasını vuran bu duyarlı yaklaşımın, devletin sanat politikalarına da yansıdığının altını çiziyor. Bu anlamda sergi, 1924-1928 dönemi Türkiye'sinin sanata yaklaşımını belgeleyen bir içerik taşıyor. Giray, serginin çıkış noktasını "Cumhuriyet'in ilk yıllarında sanata, özellikle de resim ve heykelin gelişimine sağlanan altyapıyı gündeme getirmek olarak" belirtiyor.
Paris'te beş Türk genci Sergi dolayısıyla, Giray tarafından kaleme alınan kitap ise, Paris sokaklarındaki genç ressamlarımızın karşılaştıkları farklı kültürel ortama ilişkin anılarla zenginleşiyor. Paris'te sürekli alışveriş ettikleri manavın Cevat Dereli'ye bir cüzdan armağan etmesini dostluk olarak algılamaları, manavın ise 'Siz Fransız parasını ikiye katlayıp cebinize koyarak hırpalıyorsunuz, onu korumak için size cüzdan almak zorunda kaldım' şeklindeki yanıtı üzerine yaşadıkları şaşkınlık bu ilginç ve kişisel anılardan sadece biri. Kitap, bu kişisel hikayeler ve belgelerle birlikte ilk kuşak Cumhuriyet sanatçılarının Avrupa serüvenine dair önemli bir kaynak niteliği kazanıyor. Sergiye ilişkin düşülmesi gereken zorunlu son not ise, en verimli çağında, henüz 30'lu yaşlarının başındayken yitirdiğimiz; bugün yapıtlarının pek çoğu dağılmış olan Muhittin Sebati gibi önemli bir resim yeteneğinin, sanatseverlerle bu sergi aracılığıyla buluşuyor olması.


en içten dostum benim

güzel huylu kardeşim

performans sanatçısı nezaket ekici: türkiye'de hayat güzel sanat yorucu


“Türkiye’de hayat güzel, sanat yorucu”


Almanya’da yaşayan Nezaket Ekici, kendini ve hayatla olan kavgasını bedeniyle dışa vuran bir performans sanatçısı. Kadın sorunundan kuş gribine toplumu ilgilendiren çok farklı konu ve temaları performanslarına taşıyan Nezaket Ekici, Türkiye’de sanat yapmanın yorucu bir iş olduğunu söylüyor. Ekici, Türkiye’de gerçekleştirmek istediği bazı performanslarında çeşitli yasaklarla karşılaşmış. Ayasofya’daki performansı için izin çıkmamış, davet edildiği Konya Selçuk Üniversitesi’nden gösterim izni alamamış. Türkiye’de sanat yapmak için savaşmak gerektiğini söyleyen Ekici ile Derya Yücel’in küratörlüğünde Kasa Galeri’de açılan ‘Kendi Başkalığında’ isimli sergisinde buluştuk.


Neden performans sanatı?

Performans bence çok dolaysız bir sanat dalı. Tutkularımı, arzularımı en yalın ve dürüst biçimde gösterebildiğim bir alan. İzleyici, performanslarımı izlediğinde benim varlığım, kendi varlığı, mekan/zaman gibi birbirinden farklı bir çok unsurla aynı anda iletişim kurmuş oluyor. Performans benim için olduğu kadar izleyici için de heyecanlı bir deneyim çünkü gerçekliği yaratırken, öncelikle o gerçekliğe ilişkin vizyonu, görüntüyü ortaya koymaya çalışıyorum.

Türkiye gibi erkek egemen bir toplumda vücuduyla sanat üretmek bir kadın sanatçı için ne ifade ediyor?

Çalışmalarımın bazılarında kadının toplumdaki rolüne dair göndermeler var ama üretimlerimin tümü yalnızca kadın kimliği üzerine değil. Bedenimle çalışırken amacım onu ön plana çıkarmak. Söylediğim gibi, tek başına kadın ya da erkek dünyası da ön planda değil işlerimde. Amacım, her iki kimliğe de ait daha insani bir yaklaşım getirebilmek. Bedenim bu anlamda sadece bir araç, bir enstrüman.

Bugüne kadar Türkiye’de yaptığınız işlerde izleyici ile nasıl bir ilişki kurdunuz? Nasıl tepkiler aldınız?

İstanbul ve Sinop’taki performanslarımda seyirci ile çok güçlü bir ilişki kurduğumu hissettim. Geçen yıl Beral Madra’nın küratörlüğünü üstlendiği Karşı Sanat’taki “Gözü Kara” isimli sergimde İstiklal Caddesi’ni boydan boya yürümüştüm. Üzerimde 600 nazar boncuğu olan yaklaşık 40 kilo ağırlığında bir elbise vardı. Bu performansla İstiklal Caddesi’ne “nazar değmesin” duygusunu geçirmek istemiştim insanlara, onlar da bunu çok iyi algıladı. Kimisi dokunmak istedi, kimisi yanıma gelip ‘nazar değmesin’ diye iyi dilekte bulundu.

Melih Görgün’ün küratörü olduğu Sinop Bienali’nde Sinop cezaevinde kendimi saçlarımdan duvara asarak o mekanda yaşanan acıları yansıtmak istedim. Herkes çok etkilenmişti, ağlayanlar bile oldu. Unutulmaz bir deneyimdi.

Son olarak halen Sabancı Üniversitesi’nin Kasa Galerisi’nde, Derya Yücel’in küratörlüğünde sergilenmekte olan çalışmalarımda üç performans sundum. İlkinde kuş gribi sırasında yaşanan toplumsal korkuyu ‘Screamig Feathers’la anlattım. İnsanlar performansı izlerken galerinin o küçük odasında nefes almakta zorlandılar. Üçüncü odada gerçekleşen ‘Zeitgeist’ başlıklı performansımda ise izleyiciler galerinin içinde benimle birlikte koşmaya başladılar. Tüm bunlar benim için gerçekten önemli deneyimlerdi…

Yurtdışındaki performanslarınızla burada, Türkiye’deki işlerinizde izleyici tepkileri açısından ne gibi farklılıklar gözlüyorsunuz?

Performans sanatı yaklaşık 30 yıldır dünya üzerinde var olan bir anlatım ancak insanlar gerçekte ne olduğunu çok iyi bilmiyor. Sanırım, özellikle Türkiye için yeni bir kavram. Buna rağmen burada karşılaştığım insanlar meraklı ve ilgili. Performans sanatı Türkiye’de ne kadar bilinirlik kazanır, yaygınlaşırsa, eminim o kadar iyi anlaşılacak.

İnsanların bu sanatı izleme ve değerlendirme pratiği biraz zayıf… Size bir örnek vereyim: Kasa Galeri’de gerçekleştirdiğim ‘Daydream’ başlıklı performans aslında bir canlı yerleştirme. Bu performans, beden hareketinin tekrarı üzerine kurulu. Performansı baştan sona izleyen biri bedenimdeki, yüzümdeki ve düşüncelerimdeki değişimi kolayca görebilir ama bunu sabırla izlemek gerek. Bu aslında izleyici için bir çeşit eğitim gibi… Bu performansımda insanlar başta bir süre izlediler, sonra çıktılar… Demek istediğim, performansı anlamak için daha çok izleme pratiği kazanmak şart.

Yakın geçmişte örneğin Sinop Cezaevi’nde gerçekleştirdiğiniz performansta kadın mahkumların acısını gündeme getirmiştiniz. İşlerinizde siyasi mesajların yeri nedir? Sizce sanatçı politik olmalı mıdır?

Zaten sanatçı politik düşünceye sahip olan kişidir. İşlerimin çoğunda politika, kültür, sosyal konular var. Sinop Cezaevi’ndeki işim içerik olarak en politik çalışmalarımdan biridir. Bence sanatçı eğer bir mesaj verecekse sanatı bire bir araç olarak kullanmamalı. Sanatı yoluyla vermek istediği mesajını toplumun gözlerini açacak biçimde kurgulayıp, mesajını metaforik ya da ironik bir biçimde de aktarabilmeli.

Yaşamınızı yurtdışında sürdürmekten mutlu musunuz? Sanatçı özgürlüğü açısından Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Almanya’da yaşamaktan hoşnutum. Tüm hayatım orada geçti. Türkiye’de yaşamak güzel ama zor özellikle, eğer politik bir içerik taşıyorsa öyle kolay kolay sanatınızı yapamıyorsunuz. Ama tüm bu sorunlara rağmen, her zaman bir ayağım İstanbul’da olsun istiyorum. Sonuçta çift kimliğimi sanatıma da taşıyorum ve iki kültürün karışımı olmak ifade araçlarımı zenginleştiriyor.

Kısa bir dönem İstanbul’da yaşadınız. Bu deneyim size neler kattı, neler öğretti?

Geçen yıl, çok yoğun ve yaratıcı bir altı ay geçirdim. Ancak projelerimi realize etmek tahmin ettiğimden zor oldu. İzinle r konusunda idari otoriteler ve bürokrasi ile sürekli savaştım. Örneğin Aya Sofya kubbesinde yapmak istediğim iş için altı ay boyunca izin almaya çalıştım ama olmadı. Ardından Konya Selçuk Üniversitesi’nde tatsız bir olay yaşadım. Beni davet etmelerine rağmen, işimin İslam ve Batı kültürü konulu olması nedeniyle engellendim. Amerika veya Avrupa’da ise bu tür yasaklarla çok fazla karşılaşmadım hiç. Sanırım bu ülkelerde insanlar çok daha açık görüşlü, Türkiye’ye geldiğimde sorunlarla çarpışmaktan yoruluyorum ama bir taraftan savaşmak beni daha güçlü kılıyor. Ve işimi gerçekleştirdiğim anda ne olursa olsun sözümü söylemiş olmak benim için önemli.

Yeni projeler?

Biri siyasi diğeri ise tamamen estetik iki ayrı projem var. Türk ve Alman eğitim sistemlerine ilişkin bir video enstalasyonu hazırlıyorum. Burada, başımdan aşağıya tüm vücuduma 40 litre kırmızı boya döküyorum. Kırmızı boya, andımız ve okullarda söylenen milli duyguları coşturan marşları sembolize ediyor. Diğer proje ise Gustav Klimt ve Egon Schiele gibi isimler üzerinden sanat tarihi konularına göndermelerimi içeren estetik bir çalışma olacak.

Yes Yoko Ono!*

1960’ların unutulmaz ikonlarından, barış aktivisti, kadın hakları savunucusu, müzisyen,şair, John Lennon’ın bir zamanlar söylediği gibi, ‘dünyanın en ünlü tanınmayan sanatçısı’ Yoko Ono İstanbul’da. Ono’nun yerleştirmelerini biraraya getiren “Open City/ Açık Şehir” başlıklı sergi, Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri’de 3 Mayıs’ta açıldı. Yoko Ono İstanbul’a gelemedi ama ricamızı kırmayarak sorularımızı e-mail ile yanıtladı.


Son yıllarda ekonomi ve turizm açısından uluslararası bir cazibe merkezine dönüşen İstanbul, bu niteliğini global sanat etkinlikleriyle de perçinliyor. Kentimiz Mayıs ayında yine çarpıcı bir “sanat olayı”na sahne olacak. Ünlü Beatle John Lennon’ın eşi olarak tanınsa da, aslında sanat geçmişi hayli köklü olan Yoko Ono Türkiye’deki ilk sergisiyle Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri’de, Garanti Bankası’nın da desteğiyle, izleyicilerle buluşacak.

Yoko Ono’nun “Open City/ Açık Şehir” adını taşıyan ve dokuz farklı yerleştirmesinden oluşan sergi 3 Mayıs- 30 Haziran 2007 tarihleri arasında izlenebilecek. Yoko Ono’nun sergisinde, sanatçının sık kullandığı ‘su’, ‘gökyüzü’, ‘doğa’ motiflerini ve ‘barış’ temasını içeren dokuz yerleştirme yer alıyor.

Yoko Ono hemen her sergisi ya da performansında izleyicileri şaşırtmayı başaran bir sanatçı. Kasa Galeri’de sergileyeceği yerleştirmeler de yine bu içerikte kurgulanmış. İşte Yoko Ono’nun işlerinden birkaç ipucu: Ölüm-yenilenme-süreklilik mesajlarının verildiği 50 adet tabuttan oluşan “Ex-it”, 11 Eylül sonrasında oluşan savaş ortamını eleştiren ve izleyicilerle interaktif bir ilişki kuran“Barışı Onar-Mend Peace” başlıklı iş, Yoko Ono’nun evrensel barış arzusunu yansıtan “Dilek Ağacı- Wish Tree”…

Milyonlar onu John Lennon ile yaptığı evliliğin ardından “Beatles’ı dağıtan kadın” olarak tanısa da Yoko Ono aslında, Fluxus ve Kavramsal Sanat akımlarının öncü figürlerinden biri olarak sanat hayatında tam 40 yılı geride bıraktı. Bugün 74 yaşında olan Ono, sanatta 40. yılını 2001 yılında New York’ta gerçekleştirdiği “Yes Yoko Ono” sergisiyle görkemli bir biçimde kutladı.

Kasa Galeri’de yer alan “Open City/ Açık Şehir” sergisi, Ono’nun, John Lennon’ın eşi olmak dışında, taşıdığı diğer kimliği ve işlerini daha yakından tanımak isteyenler için kaçırılmayacak bir fırsat sunuyor. Bu serginin küratörü, aynı zamanda Fluxus akımının temsilcilerinden Jon Hendricks aracılığıyla ulaştığımız Yoko Ono bizi kırmadı ve sorularımızı New York’tan e-mail ile yanıtladı. Yoko Ono’nun yanıtları da kendisi ve işleri kadar keskin, kısa ve özdü!

“İstanbul hep düşlediğim bir kent”

DUYGU DURGUN- Söyleşilerinizden birinde şöyle diyorsunuz: “Ben her zaman ‘şimdi’de yaşarım, gelecek ise benim için açık bir kitap gibidir. Şimdi o ‘açık kitap”ta görülüyor ki çok yakında Türkiye’de ilk kez bir sergi açacaksınız. Üstelik,burada sizi tanıyan sanatseverler için son derece heyecan verici bir projeyle…Bu sergi gündeminize nasıl girdi ve bizler için neler hazırladınız?

YOKO ONO- Her zaman düşlediğim o güzel şehriniz İstanbul’da bir sergi yapmam için davet aldığımda çok mutlu oldum. Biz bir aileyiz, her ne kadar aile dediğimiz şey artık yok olmaya başlasa da…Sadece şunu hatırlayın istiyorum: Felaketler karşısında aslında ne kadar güçlü olabildiğimizi. Gücümüzü hatırlayın, aşkımızı hatırlayın.


Barış eylemcisi ve insan hakları savaşçısı olarak 1960’lardan bu yana hep politikanın içinde oldunuz. Cinsellik ve ırkçılık karşıtı kampanyalara ve gösterilere katıldınız. 2002’den bu yana da adınızı taşıyan bir Barış Ödülü veriyorsunuz. Bu ödül, savaş bölgelerinde yaşayan sanatçılar için veriliyor. Merak ediyorum, sizce kendi deyiminizle ‘sosyal ve politik bir hayvan” olarak sanatçının misyonu nedir ve günümüzde ne olmalıdır?

YOKO ONO- Bu, sadece sanatçıları değil hepimizi ilgilendirir. Her birimiz dünyayı güzelleştirme misyonunu içimizde taşıyoruz aslında.


1960’larda New York’ta başlayan avant-garde sanatın hem destekçisi hem de icracılarından birisiniz. John Cage, Andy Warhol, Nam June Paik gibi pek çok önemli avant-garde sanatçı ile çalıştınız. Bu ortam sizin sanat anlayışınızı nasıl etkiledi?

YOKO ONO- Birlikte çok güzel zamanlar geçirdik. Tüm hikaye bu. Birbirimizin sanat ya da performans anlayışını etkileyip etkilemediğimizi hiç düşünmedik bile. Bu zaten eleştirmenlerin işi…

“İnsanların ne söyleyeceğini düşünerek sanat yapmam”

Peki, günümüzün avant-garde sanatçısını nasıl tanımlarsınız, ya da 2000’lerin avant-garde’ı sizce nedir ya da kimdir?

YOKO ONO- 2000’lerin avant-garde sanatçılarının kim olduğunu bir süre sonra anlayacağız. Avant-garde olmak halk tarafından tanınmamak, bir nevi görünmez olmaktır. Mesela 60’lardaki beni tanıdığınızı unutun. Bahse girerim, bırakın avant-garde olup olmamayı, benim bir sanatçı olduğumu bile düşünmezdiniz. Anlatabiliyor muyum?


Son olarak 2004’teki Liverpool Bienali’nde sergilenen kadın cinsel organı başta olmak üzere pek çok tartışmalı işlere imza attınız. Pek çok eleştiriye hedef oldunuz. Kamuoyu veya eleştirmenlerin görüş ve yorumları sizi ne dereceye kadar etkiler?

YOKO ONO- Benim için asıl önemli olan işimin yeterince iyi olmasıdır. Bu, insanların ne düşündüğünü önemsememem anlamına gelmiyor. Hem, ne düşüneceklerini önceden nasıl kestirebilirsiniz ki? Bunu yapmaya kalkışmak bence zaman kaybıdır, o yüzden yapmam.

* Yoko Ono’nun 40. sanat yılı nedeniyle New York’ta düzenlenen serginin başlığı.

HÜRRİYET GÖSTERİ/ MAYIS 2007

Osmanlı'yı Anlamak


Şer’iyye Sicilleri’nin izinde Osmanlı’yı tüm boyutlarıyla anlamak



Tanzimat sırasında Batılı kanunların uygulanmasına bir tepki olarak II. Abdülhamit döneminde İslami kaynakların incelenmesi ve fetvaların düzenlenmesi için oluşturulan ve en eskisi 1513’e tarihlenen Şer’iyye Sicilleri, kapsamlı bir yayın projesi olarak bilim dünyasının hizmetine sunuldu. Toplam 24 defteri kapsayan yayın dizisinin ilk defteri olan “İstanbul Mahkemesi 121 Numaralı Şer’iyye Sicili 1816-1817” Sabancı Üniversitesi tarafından yayınlandı.

Gerek Osmanlı alfabesinden Latin harflerine birebir transkripsiyonu, gerekse bu proje için geliştirilen editör işaretleri ve yazılım programları ile Osmanlı çalışmaları sahasında akademik yayıncılık standartları açısından özel bir örnek oluşturan projenin Bilim Kurulu’nda Prof. Dr. Halil İnalcık (Onursal Başkan), Prof. Dr. Nurhan Atasoy, Prof. Dr. Cemal Kafadar, Prof. Dr. Gülru Necipoğlu ve Prof. Dr. Ahmet Evin görev alıyor. Dr. Zeynep Tarım Ertuğ’un koordinatörlüğü ve Dr. Nejdet Ertuğ’un editörlüğü ile yayına hazırlandı. Projenin yayın yönetmenliğini ise Zafer Karaca üstleniyor.

Projenin Bilim Kurulu üyesi, Osmanlı tarihi uzmanlarından Harvard Üniversitesi Vehbi Koç Kürsüsü Profesörü Cemal Kafadar, Osmanlı mahkeme kayıtlarının, dönemin toplumunun siyasi, etnik ve kültürel özellikleri ile gündelik hayatini birinci elden belgeleyen tarihi bir kaynak olduğunu belirtiyor. Cemal Kafadar Şer’iyye Sicilleri projesinin öyküsünü anlatıyor.

Şer’iyye Sicilleri’ni bir yayın projesine dönüştürmek fikri nasıl gündeme geldi?

C.Kafadar- Bu proje, Sabancı Üniversitesi ve Packard Humanities Institute tarafından 1999 yılından bu yana yürütülüyor. Bizim buradaki amacımız Şeyhülislam’a bağlı mahkemelerde tutulmuş çeşitli davalara ilişkin defterlerin önemli bir bölümünü okurların, ilgililerin hizmetine sunmak. Proje kapsamında on bin defterin yayımını hedefleniyoruz.

Siciller sadece İstanbul mahkemelerinden mi seçildi?

C.Kafadar- Evet, bu defter koleksiyonunun ağırlıklı bölümünü İstanbul, Galata, Üsküdar, Eyüp ve çevre semtlere bağlı mahkemelere ait defterler oluşturuyor. Defterler şu anda İstanbul Müftülüğü’ne bağlı bir arşivde muhafaza ediliyor. Osmanlı topraklarında 20 bin kadı sicili defteri bulunuyor. Bu defterlerin neredeyse yarısı İstanbul’da. Geri kalan bölümü ise Kahire, Suriye, Saraybosna gibi merkezlerde.


Şer’iyye mahkemelerinde en sık karşımıza çıkan dava konuları neler?
C.Kafadar- Çok geniş bir arşiv söz konusu aslında. Miras bölüşümünden evlenme ve boşanmaya, ticaret hukukunu ilgilendiren konulardan şehrin asayişine dönemin sosyal yaşamına ilişkin pek çok veri bu defterler sayesinde günışığına çıkıyor. Sanıyorum ki bu veriler başta hukukçular olmak üzere sosyal bilimler uzmanları ve araştırmacılar tarafından ilgiyle karşılanacak.

Bu kayıtların en karakteristik tarafı ise tarihi gazetelerin üçüncü sayfaları lezzetinde okumayı sevenlere seslenmesi. Ben Şer’iyye Sicilleri’nin özellikle bu kesime keyifli bir okuma yaşatacağını düşünüyorum. Sicillere gerçek önemini veren ise, bu kayıtlarda toplumsal içerikli pek çok verinin bulunması. Bu kayıtları incelenmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun idari, siyasi ve sosyal tarihini bütün boyutlarıyla anlamamız bence imkansız.

Bu kayıtların günümüz toplumuna ileteceği en önemli mesaj nedir sizce?
C.Kafadar- Kayıtları incelerken Osmanlı’nın çok kültürlü toplum yapısına ilişkin çok önemli verilere ulaştık. Daha da önemlisi şaşılacak kadar çok sayıda gayrimüslimin sorununu çözdürmek amacıyla Şeriat mahkemelerine başvuruda bulunduğunu saptadık. Kanımca, Osmanlı toplumun mozayiğini anlamak ve bu toplumsal modelin kendi içindeki uyumu görmek açısından bu kayıtların önemli bir işlevi var.

Proje kapsamında on bin defterin yayınlanacağını söylediniz. Bu kadar geniş bir arşiv nasıl değerlendirilecek?
C.Kafadar- Tüm defterlerin trankripsiyonu tamamlandığında hem olaylar hem mekanlar açısından geçmiş ve günümüzle ilgili pek çok konuda kıyaslama yapılabilecek. Bu, aynı zamanda gelenekleri ve töreleri açısından Osmanlı toplumunu kavramak ve bu mirasın bugünkü yansımalarını sağlıklı bir biçimde değerlendirmek için de eşsiz bir kaynak oluşturacak.

Bizim hedeflerimiz arasında ayrıca “Şer’iyye Sicilleri”nin dünya üniversitelerinin karşılaştırmalı hukuk derslerinde Osmanlı tarihi konusunda bir başvuru kaynağı olarak okutulmasını sağlamak. Yaniherhangi bir ülkedeki bir araştırmacının bu defterlere bakarak İstanbul’da, Paris’te veya Stockholm’de 1800’lü yıllarda bireyler açısından hukuk sisteminin nasıl işlediğini kıyaslamalı olarak görme imkanına sahip olmasını istiyoruz.

Bir tren yolculuğu...


Raylar üzerinde İstanbul’dan Başkent’e…
“Kara tren, geçtiğin köprüler sağlam, tüneller aydınlık olsun!”



Karaköy’den kalkıp Haydarpaşa İskelesi’ne yanaşan şehir hatları vapuru, sirenini uzun uzun öttürüyor . İskeledeki çay bahçesinde sabah çayını yudumlayan tren yolcularında bir telaş, bir kıpırdanma. Çaylar bitiriliyor, hesaplar ödeniyor ve bavullar sırtlanarak Haydarpaşa’nın geniş, mermer merdivenleri telaşlı adımlarla çıkılıyor.

1908’de Otto Ritter ve Helmut Cuno adlı Alman mimarlar tarafından inşa edilen görkemli Haydarpaşa Garı ya da Türk filmlerinden aşina olduğumuz üzere Anadolu’nun İstanbul’a, İstanbul’un da Anadolu’ya açılan kapısından biz de adım atıyoruz telaşlı kalabalıkla birlikte. Başkent Ekspresi bizi bekliyor… Trenin yemekli vagon bölümü şimdiden dolmuş bile. Saat sabahın 10’u bile değil ama içerisi neredeyse dolu. Sıcacık birer bardak çay, sabah mahmurluğunu atmak için birebir. Tam o sırada servise hazır bira şişeleriyle dolu bir tepsiyle garson yanımızdan geçiyor. Arkasından bir tepsi daha… Trenlerde sunulan alkol çeşitliliği insanı şaşırtıyor. Biradan rakıya, viskiden votkaya yok yok. Yemekli vagon adeta “yürüyen bir meyhane” halini alırken Ankara yolculuğumuz başlıyor…

Trenin tekerlekleri ağır ağır dönerken biraların biri gidiyor diğeri geliyor masalara. Sohbetler başlıyor. Böyle keyifli bir seyahat seçeneği dururken neden her yıl binlerce kaza oluyor yollarda, neden onca insanımızı pisi pisine trafik kazalarında yitiriyoruz diye soruyoruz kendi kendimize. Ve işte acı gerçekler bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Türkiye’de yolcu taşımacılığının yüzde 95’i karayolu ile yapılıyor. Bugün karayollarında neredeyse 2 milyona yaklaşan sayıda kamyon, kamyonet dolaşıyor. Her yıl trafiğe eklenen binek araba sayısını düşünmek bile istemiyoruz. Hele de Türkiye’de 1980 ile 2000 yılları arasında inşa edilen demiryolu uzunluğunun 285 km, otoyolların ise toplam uzunluğunun 1722 km olduğu hatırlanırsa…

Biz bunları düşünekoyalım, tren yolcuları başka bir alemde… Yan masada gazetelerini açmış genç hanımlar, yanımızda gözlerini uzaklara dikmiş orta yaşlı ve suskun bir karı -koca, arkamızda yaşı geçkince olmasına rağmen çifte kumrular gibi birbirlerine sarılmış daha yaşlıca bir başka çift, kompartımana doğru uzandığımızda adeta evindeymiş gibi rahat, örgü ören orta yaşlı bir teyze, bezgin bakışlı seyyar satıcılar… Herkes kendi dünyasının en azından bir kısmını tren vagonlarına taşımış sanki.Yol arkadaşlarımızla tanışmanın vakti geldi de geçiyor bile…

Yanına yaklaştığımız ilk kişi, trende sakin sakin örgüsünü ören orta yaşı aşmış bir teyze. Fotoğraf makinası ve kayıt cihazından hoşlanmamış olsa gerek, sohbet isteğimizi geri çeviriyor. Yolcuların ilgisini çektik galiba, gözler yavaş yavaş bizden yana dönüyor. Tren yolculuğu ile ilgili bir yazı hazırladığımızı söylüyoruz, seçimlerde kime oy vereceklerini soracak değiliz, politikaya hiç bulaşmayacağız söz! Bunu duyanlarda belirgin bir rahatlama gözlüyoruz.

Her şirketin bir CEO’su, her memleketin bir Cumhurbaşkanı var da trenin şef’i olmaz mı? 21 yıldır trenlerde çalışan Aydemir Çelik, Başkent Ekspresi’nin kıdemli şefi. Onun haberi olmadan trende kuş uçmuyor. “Demiryolcunu parası bol, karısı dul olurmuş, doğru mu acaba” diye hamle ediyoruz. Mesleğinden şikayet etmeye pek gönlü yok ama laf arasında “Son iki yıldır restoranların özelleştirilmesiyle biz tren çalışanları bile ücret ödeyip yemek yiyorsak vay halimize” diyor.. Ortaokuldan bu yana trende çalıştığı için düzenli bir aile hayatı yok.
Her gün yaklaşık 300 yolcunun güvenliğinden sağlığına her şeyiyle ilgilenmek zorunda. Ayda neredeyse 30 kente gidiyor. Ölüm, cenaze, evlilik gibi birinci dereceden yakınlarını ilgilendiren bir durum yoksa izin yapamıyor.

Ama en büyük sorun yolcular arasında kimi zaman yaşanan tatsızlıklar. Kimisi koltuğunu beğenmiyor, kimisi yanında yolcunun kabuklu yemiş yerken çıkardığı sesten rahatsız oluyor. “Internet çıkalı iftiralar da çoğaldı” diyor Aytekin Bey. “Her önüne gelen şikayet edecek bir şey bulup internete sarılıyor”. Aytekin Bey’e soruyoruz, “Restoranda sabahın erken saatlerinden itibaren alkol servisi var. Bu yolculuğun ilerleyen saatlerinde size nasıl yansıyor yolcular açısından?”. Şefin derdi büyük, “Sormayın” diyor, “Alkolü fazla kaçıranlar bazen ineceği durakta inmiyor. Ya da bir köşede uyuyor. Kalkıp yanına gidiyoruz, uyandırmaya çalışıyoruz ama çoğu kez nafile…” Derken, tren şefinin odasında çaylar demleniyor, çalışan diğer personel de meraklı gözlerle bizi izliyor. Çayın yanına ekmek, peynir, domateste oluşan kahvaltı mönüsü de ekleniyor. Emektar tren işçileri ile Ankara yolunda beş çayının keyfi gerçekten farklı oluyor.

Minik yolcular Dafne ile Ekin ise tren yolculuğundan pek hoşnut olmuşa benzemiyorlar. 8’indeki Dafne, içinde oyun odası ve televizyon olan büyük ve eğlenceli bir tren istiyor. 5 yaşındaki Ekin ise uçakları seviyor. Zamane çocuklarının tercihinin modernlikten yana olmasına şaşırmamak lazım. Onlar zaten vakit geçirmek için vagon penceresinden etrafı izlemek yerine, bir an önce el bilgisayarlarındaki oyunlarına devam etmek istiyor.

Eski akademisyen, yeni işadamı Fazıl Akyıl ise her tren yolculuğunun ayrı bir hikayesi olduğuna inananlardan. Fazıl Bey o kadar çok trene biniyor ki, artık her trenin kendine has özelliklerini, yolcu profilini gayet iyi bildiğini iddia ediyor. Tren yolcularının önemli bir bölümünü emekliler ya da öğrenciler oluşturuyor. Son günlerde sık sık gündeme gelen “orta yaş turizmi”nin gözdesi tren olacağa benziyor. Hoş sohbet emekli öğretmen Necmettin Emiroğlu, “ikinci bahar”ı yaşadığı yeni eşiyle tren yolculuğunun tadına varanlardan.

“Ömür biter yol bitmez” demişler ama bizim yolculuğumuz Ankara Garı’nda bitiyor. Başkent Ekspresi’ni Cahit Sıtkı’nın dizeleriyle uğurluyoruz bir sonraki seferine.
“Tren/ Nereye bu gece vakti/ Güzel tren garip tren/ Düdüğün pek acı geldi/ Hatıra neler getiren/ Çok mudur mendil sallamam/ Her yolcu az çok aşinam/ Haydi yolun açık olsun/ Geçtiğin köprüler sağlam / Tüneller aydınlık olsun”.

3 Eylül 2007 Pazartesi

ünlü yazarlara seramik yorumlar


http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=3143

Ünlü yazarlara seramik yorumlar





Radikal - Özgür Durgun,
Ünlü yazarlara seramik yorumlar
VitrA Seramik Sanat Atölyesi'nin düzenlediği 'Satır Aralarından Seramiğe' sergisi İstanbul sokaklarını üçboyutlu öykülerin yaşanacağı bir düş dünyasına dönüştürmeye hazırlanıyor. Sergide Yaşar Kemal'den Orhan Pamuk'a ünlü yazarların yapıtlarından hareketle oluşturulan üçboyutlu işler yer alıyor
İSTANBUL - Orhan Pamuk'un 'Benim Adım Kırmızı'sı, Can Dündar'ın 'Büyülü Fener'i, Yaşar Kemal'in 'Filler Sultanı', Ayşe Kulin'in 'Füreya'sı, Murathan Mungan'ın 'Yüksek Topuklar'ı, Sulhi Dölek'in 'Kirpi'si, seramik ateşinde ete kemiğe büründü, İstanbul sokaklarında karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Eczacıbaşı VitrA'nın seramik sanatını desteklemek amacıyla hayat verdiği VitrA Seramik Sanat Atölyesi, seramiğin farklı sanat disiplinleriyle ilişkisini gündeme getiren sergi dizilerini, resim ve karikatürden sonra bu kez edebiyat-seramik buluşmasıyla sürdürüyor. 'Satır Aralarından Seramiğe' sergisi Türk edebiyatının usta kalemleri Adalet Ağaoğlu, Ayşe Kulin, Buket Uzuner, Can Dündar, Füruzan, İnci Aral, Latife Tekin, Kürşat Başar, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murathan Mungan, Nazlı Eray, Orhan Pamuk, Selim İleri, Sulhi Dölek, Tuna Kiremitçi ve Yaşar Kemal'in yapıtlarından hareketle oluşturulan heykeller ve üçboyutlu objelerle İstanbul sokaklarını renklendirmeye hazırlanıyor. Önceki gün VitrA Seramik Sanat Atölyesi'nde tüm bu eserleri ve yazarları buluşturan bir toplantı düzenlendi. Can Dündar, Ayşe Kulin, Füruzan, Mehmet Zaman Saçlıoğlu ve İnci Aral'ın da katıldıkları toplantıda gerek yazarların, gerekse sergiyi hazırlayan ekibin heyecanı görülmeye değerdi. Yazarlar, eserlerinden hareketle oluşturulan işleri ilk kez görmenin heyecanını yaşıyordu. Her biri seramik fırınından yeni çıkmış, 'dumanı tüten' eserleri dikkatle incelerken, yazdıklarının satır aralarından çıkıp elle tutulur, gözle görülür birer heykele dönüşmesinden hoşnut görünüyordu. Atölyenin yöneticisi, seramik sanatçısı Reyhan Gürses, bir roman veya öyküden hareketle üçboyutlu obje yaratmanın sürprizlerle dolu bir süreç olduğunu söylüyor. "Atölye çalışanları olarak bu heykelleri şekillendirmeden önce her birimiz projede yer alan yazarların eserlerini büyük bir keyifle okuduk ve heykellerin ana fikir ve temalarını bu okumalar sayesinde oluşturduk. Yazarlarımız da bize çok destek oldular. Zaman zaman atölyemizi ziyaret ederek heyecanımızı paylaştılar. Yaşar Kemal'in ziyareti bize büyük moral ve güç verdi. Bu süreçte kayıplar ve acılar da yaşandı. Sergideki en keyifli işlerden biri olan "Kirpi"nin yazarı Sulhi Dölek'i yitirmek hepimizi çok üzdü". Üç yıllık bir hazırlık süreci sonucunda, altı kişilik bir teknik ekibin ellerinde şekillenen sergideki tüm eserler 15 Haziran'dan başlayarak Kanyon Levent'te toplu olarak görülebilecek. Eserler aynı zamanda Beyoğlu, Nişantaşı, Etiler, Bağdat Caddesi ve Kadıköy İskelesi gibi İstanbul'un çeşitli noktalarında da izleyicilerin karşısına çıkacak. Satır Aralarından Seramiğe Sergisi 15 Haziran-9 Temmuz arası gezilebilir. Tel: 212 292 13 13
Sergide kim, hangi eserle yer alıyor 'Satır Aralarından Seramiğe' sergisinde yer alan çalışmaların bir bölümü kitap kapaklarından yola çıkılarak oluşturuldu. Buket Uzuner'in 'Balık İzlerinin Sesi' adlı romanıyla aynı adı taşıyan eser, kitabın kapağını çizen ressam Kezban Arca Batıbeki'nin 'deniz kızı' deseninden esinlenerek ortaya çıktı. Sulhi Dölek'in 'Kirpi' adlı romanı da yine bu yaklaşımla, kitap kapağının deseniyle paralel biçimde oluşturuldu. Füruzan'ın 'Redifeye Güzellemesi' adlı kitabının esin verdiği heykelin oluşumuna ise, çizer Turhan Selçuk imzasını taşıyan rölyef kaynaklık etti.Yaşar Kemal'in 'Filler Sultanı' adlı romanındaki Sultan Fil, Hüt Hüt Kuşu ve Karınca karakterleri seramik ateşinde farklı birer biçime büründü.Ayşe Kulin ise projeye seramik sanatçısı Füreya Koral'ın yaşamöyküsünü konu alan romanıyla katıldı. Koral'ın eserlerinden esinlenerek yapılan çalışma replikalar, eski fotoğraflar ve sanatçının el yazısıyla yazdığı sır reçetesini kapsıyor.Can Dündar'ın sinema yazılarından oluşan 'Büyülü Fener' adlı kitabı aynı adlı heykele esin verdi. Aynı zamanda bu heykel ile Dündar'ın belgeselleri ve köşe yazılarıyla topluma tuttuğu ışık vurgulanmış oldu.Sergide Nazlı Eray'ın kısa bir süre önce ABD'de basılan eseri 'Orphee' de yer aldı. Eray'ın romanının kahramanlarından İmparator Hadrian üç boyutlu bir işe dönüştü. Kürşat Başar'ın 'Başucumda Müzik' adlı romanıyla aynı adı taşıyan seramik heykelse romanda yasak aşkın suçlusu olarak gösterilen Eros'un heykeliyle müziğin en romantik objesi gramafonu buluşturdu.Latife Tekin, 'Unutma Bahçesi' adlı romanında adı geçen objelerden biri olan çiçek saatiyle sergideki yerini aldı. Mehmet Zaman Saçlıoğlu'nun 'Rüzgâr Geri Getirirse' adlı romanındaki 'Topaç' öyküsünden hareketle oluşturulan eser ise rüzgâr gülleri eşliğinde çocukluk döneminin sınırsız düş dünyasını üçboyutlu bir anlatıma kavuşturdu. Murathan Mungan'ın romanı 'Yüksek Topuklar' ise roman karakterlerinden Nermin'in şık ayakkabılarını kitap sayfalarından çıkardı; elle tutulur, gözle görülür bir boyuta ulaştırdı. Selim İleri'nin 'Yarın Yapayalnız' romanı ise İleri'nin hemen hemen tüm eserlerinde yer alan mor salkımlar, bahçe ve sofra gibi temaları seramikten bir kahvaltı sofrasında buluşturdu. Adalet Ağaoğlu'nun 'Üç Beş Kişi' adlı romanındaki küçük bir kız çocuğunun hayatla bir başına mücadelesi vurgulanarak oluşturulan 'Kardelen' ve İnci Aral'ın 'İçimden Kuşlar Göçüyor' adlı romanından esinlenerek gerçekleştirilen göçmen kuşlar, üçboyutlu düzenlemeler olarak 'Satır Aralarından Seramik' sergisine katıldı. Tuna Kiremitçi'nin 'Bu İşte Bir Yalnızlık Var' adlı romanının 'kahramanları'ndan Washbum marka gitar ise seramik yorumuyla serginin sürprizlerinden birini oluştu>
Ê
7
5

heykeltraş mehmet aksoy'a ışık tutan 2 kitap




http://arsiv.zaman.com.tr/2002/12/03/kultur/butun.htm

‘Yeryüzünün tüm taşları bile düşlediğim heykellere yetmez’
Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un, heykelle dopdolu geçen hayatının son 40 yılını sanatseverlerle paylaştığı “Çekicin Rüzgârında 40 Yıl” başlıklı retrospektif sergi hayli ilgi görüyor. Eserlerinde hep ‘muhalif bir çizgi’yi benimseyen sanatçı, yeryüzünün tüm taşlarının bile kafasındaki heykelleri yapmaya yetmeyeceğini söylüyor.
Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un yapıtlarından kapsamlı bir kesitin yer aldığı İş Sanat Kültür Merkezi Kibele Sanat Galerisi’ndeki “Çekicin Rüzgârında 40 Yıl” başlıklı retrospektif sergi, kurgusu ve eşzamanlı olarak sunulan yayınlarıyla son yıllarda gerçekleştirilen en kapsamlı heykel etkinliklerinden biri olarak belleklere yerleşmeye aday.
Mehmet Aksoy, Kibele Sanat Galerisi’nde 10 Ocak 2003’e kadar sürecek dev sergide heykelle dopdolu geçen yaşamının son 40 yılını sanatseverlerle paylaşıyor. Aksoy’un 1960 ve 70’li yıllarda gerçekleştirdiği, Türkiye’nin siyasi anlamda geçirdiği sancılı dönemlere göndermede bulunan yapıtlarından, son yıllarda yöneldiği mitolojik temalara ve doğaya özlemini yansıttığı yapıtlara, sanatçının tüm bir heykel serüvenini, “Çekicin Rüzgârında 40 Yıl” adını taşıyan bu kapsamlı sergide izlemek mümkün. Bu serüven, Kibele Galeri’den İş Sanat bahçesine uzanan retrospektif sergi ile sınırlı kalmıyor; İş Bankası Kültür Yayınları’nca yayımlanan, gazeteci–yazar Aydın Engin’in Aksoy’la uzun soluklu söyleşisinin yer aldığı “Heykel Oburu” kitabında da karşımıza çıkıyor.
Mehmet Aksoy, yaşamının her döneminde heykel düşüncesiyle yaşıyor; heykelin sorunlarını yaşamının merkezine oturtuyor ve daha önemlisi durmadan üretiyor. 1970’lerde Almanya’daki Türk işçilerin varoluş sıkıntıları ve kimlik sorunları, 80’lerde Türkiye’nin acılı 12 Eylül deneyimi ve 90’larda taşların yerinden oynadığı, değerlerin değiştiği bir dünya... Tüm bu temalar, Mehmet Aksoy’un formlarında farklı estetik ifadelere bürünüyor. Değişim her ne kadar kaçınılmaz olsa da, gerek yapıtlarında gerek sanatçı olarak dünyaya bakışında ‘doğruluktan yanalık’, ‘şiddet’ ve savaş düşüncesine muhaliflik’, ‘insanı yüceltmek’ gibi değerleri inançla koruduğu gözleniyor.
Ancak, evrensel değerleri yüceltmek ile sanatın ve sanatçının politik angajmanların sözcülüğünü üstlenmesi arasında kalın bir çizgi çekiyor Aksoy ve “Propaganda, sanatı küçülten bir şey. İnsan inanmadan da bir şeyin propagandasını yapabilir. Ama inanmadan sanat yapılabilir mi?” diye soruyor. Heykel, ona kimi sosyal olgulara ilişkin saptamaları formlarla anlatabileceği bir özgür alan sunuyor. “Heykelde bire birlik, hayatı bire bir yakalama, onu dışa vurma, inandığını söyleme, umutlarını anlatma var. Bütün bunlar doğru şeyler. Biz inanıyorsak oluyor, inanmazsak ona form veremiyorsun.” diyor.
“Heykel Oburu” kitabında Türkiye’de güzel sanatlar fakültelerinde verilen heykel eğitimini eleştirerek, “heykel yapma aşkının yokluğundan” dem vuran Aksoy için dünya heykel sanatındaki tek “usta” Michelangelo. Onun çekiç vuruşunu, taşla ilişkisini örnek alıyor her zaman. “İnanılmaz bir kompozisyon ve inanılmaz bir duygu yükü var. Yaşı doksan mı, doksan beş mi ne, gece on ikide kalkıyor. Ölümünden üç saat önce. Piettalardan birinin kolu öndeyken onu alıp arkaya çeviriyor. İşte bunu örnek alıyorum. Ne kadar büyük bir sanatçı ruhu var, insanı harekete geçiren o enerji inanılmaz bir şey. Onu yapıyor, yoruluyor, yatıyor ve ölüyor. Böyle bir ölüm dostlar başına”.
Yaptığı bir hesapla bugüne dek yaklaşık 3.500 ton taş yonttuğunu söyleyen Mehmet Aksoy’un artık tek bir endişesi var. O da, yeryüzünün tüm taşlarının bile kafasındaki sayısız heykel düşüncesini uygulamaya yetmeyecek olması.
Özgür Durgun
03.12.2002


Mehmet Aksoy’a ışık tutan iki kitap
Sergiyle eşzamanlı olarak, sanatçının yaşamı ve heykel serüvenini konu alan iki ayrı kitap yayımlandı. Bunlardan ilki, Aksoy’un tüm yapıtlarının yer aldığı büyük boy bir sanat kitabı olarak hazırlanan “Çekicin Rüzgârında 40 Yıl” başlığını taşıyor.
Yazar Adalet Ağaoğlu’nun “Taşın Hayatı: Mehmet Aksoy Bütünlüğü” başlıklı yazısıyla yer aldığı yapıt, Aksoy’un sanata ve özellikle heykele bakışını yansıtan bir içeriğe sahip. Kitapta, fotoğraf sanatçısı Ali Konyalı’nın objektifine yansıyan Mehmet Aksoy heykelleri yer alıyor. İş Bankası Kültür Yayınları’nın “Nehir Söyleşiler” dizisinden yayımlanan “Heykel Oburu” adlı söyleşi ise “Yayladağlı yoksul köy çocuğu”nun, Alman heykeltıraş Fritz Cramer’in deyişiyle “Batı Avrupa’nın en iyi heykeltıraşı” olmaya doğru giden uzun soluklu serüvenini gözler önüne seriyor.
03.12.2002

Türker Armaner ile söyleşi


http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Interview/Interview.asp?ID=12162

"Kendinden kaçan ve kendini çoğaltan korkular üzerine..."
Söyleşi: Duygu Durgun, Cumhuriyet Kitap Eki, 19 Temmuz 2007

1979 yılının Türkiyesi'nde, hayali bir sahil kasabası olan Karanca'dayız. Her biri kendi "gerçeklik" ve "hayal" âlemlerinde yaşayan bireylerden oluşan, orta sınıf bir ailenin 24 saatine tanık oluyoruz. Türker Armaner'in yeni romanı Tahta Saplı Bıçak bizi, hem bu ailenin üyeleriyle teker teker tanıştırır ve temelinde korku ve sevgisizliğin hüküm sürdüğü ilişkilerini yan odadan gözlememizi sağlarken hem de karakterlerin belleklerinde yaşadıkları ve yaşattıkları imgelerle zaman içinde geriye uzanan bir yolculuğa çıkarıyor. 1960'ların, 1930'ların İstanbulu'nu ve romanın temel karakteri Münevver Hanım'ın öğrenci olarak kaldığı 1939 Berlin'ini kapsayan roman aynı zamanda, Soğuk Savaş sonrası Türkiye'nin çok partili sistemle birlikte darbeler dönemine geçişinin, bu dönemde başlayan ve insani ilişkilerden toplumsal düzleme uzanan "muhafazakârlığa" adım atışının safhalarını da yansıtıyor.Tahta Saplı Bıçak üzerine Türker Armaner ile konuştuk.

Her şeyden önce, Tahta Saplı Bıçak'ı önceki kitaplarınızdan ayıran önemli bir özellik var. Kıyısız (1997), Taş Hücre (2000) ve Dalgakıran'da (2003) kurguladığınız karakterlerin neredeyse hiçbirinin fiziksel herhangi bir özelliği ve hatta ismi bile yokken bu romanda her biri kanlı canlı birer "tip" oluşturan kahramanlarla ve "gerçek" hayat enstantaneleriyle karşı karşıyayız. Hatta roman dilinizde de bu farklılığın izleri bariz biçimde görülüyor. Eski Türkçe'ye çok sık başvuruyorsunuz. Bu anlamda önceki kitaplarınız arasındaki bütünlüklü yapı Tahta Saplı Bıçak'ta kırılıyor adeta. Bu kırılma nasıl bir ihtiyaçtan oluştu?

Önceki kitaplarımda, kitaplar ve öyküler arasındaki birçok tarz ve tema değişikliğine rağmen bir bütünlük olduğunu ben de üçüncü kitabım Dalgakıran basıldıktan sonra fark ettim. Bu kitaplarda belirli "durum"ları karakterler üzerinden anlatmayı denemiştim. Dolayısıyla karakterlerin isimleri ve fiziksel özellikleri belirsizleşerek bu "durum"ları oluşturan eylemleri ön plana çıktı. Şimdi ilk kitabımın yayımlanmasından beri geçen on seneye baktığımda bu üç kitap arasındaki bütünlüğü, "mekânın dışında bulunmak durumu" diye ifade edebileceğim bir öğenin oluşturduğunu görüyorum: Yerleşikliğe karşı "göç", Stalinist parti merkezine karşı "Troçkist muhalif", işleyen zamana karşı "duran saatler", iletişime karşı "dilin kırılması"... Öykü ya da yer yer "novella" da, bu resmi çizebilmem için uygun bir edebi tür olmuştu. Yaklaşık dört yıl önce, bu kez mekânın kendisini anlatmak istedim. Bu temsil için uygun edebi türün de roman olduğunu varsaydım ve Tahta Saplı Bıçak'ı yazmaya başladım. Böylece, sizin de belirttiğiniz gibi, sınırları olan kanlı canlı karakterlere ihtiyaç duydum. Daha önce karakterler "durum"ların taşıyıcısı iken bu kitapta sanıyorum bir yer değişikliği oldu. Dil konusunda; kitabın anlatı zamanı bir günün içinde geçse de, roman kırk yıllık bir döneme yayılıyor. Bu nedenle birkaç kuşağın giderek ayrışan, değişen ya da anlamı kayan sözcükler kullanması gerekli oldu.

Tahta Saplı Bıçak'ta bir dizi karakterle tanışıyoruz. Münevver Hanım, Nuri Bey, Erkan, Leonard, Emine... Ancak buna rağmen romanın baş kahramanı bir "tip" değil aksine bir nesne. Bu da alışılagelmiş yapının dışında duran bir seçim. Bir objeden roman kahramanı yaratmak üzerine konuşsak biraz...

Romanı birkaç eksen üzerinde tasarlamıştım; demiryolları, hukuk sistemi, tarihe ve devlete bakış, ülkeler arasındaki siyasi benzerlikler bunlardan bazıları. Bu eksenleri bir araya getiren temel nokta ise "şiddet ve korku"ydu. "Tahta Saplı Bıçak", farklı dönemlerde, coğrafyalarda, sözlerde, kendini yeniden üreten şiddetin arkaik bir imgesi oldu. Temel bir karakter olarak "bıçak", aynı zamanda öteki karakterlerin bilinçlerindeki "şiddet"e dair imgelerin de ortak bir resmi biçiminde ortaya çıktı. Başka bir açıdan da "tahta saplı bıçak", üçüncü tekil şahıs anlatıcı tekniğini kullandığım bu romanda anlatıcının zamanda ileriye gitmesini ve geriye dönmesini bir anlamda meşrulaştırdı.

Romanda 1939-1979 yılları arasındaki 40 yıllık bir dönemi kapsayan bir yolculuk söz konusu. Bu zaman dilimini seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Evet. Türkiye'nin özellikle 1930'lu yıllarındaki belirli bir damarın üstünün örtülmeye çalışıldığını görüyorum. O günlere ve daha sonrasına baktığımızda bugün yaşanılanların izlerini de sürebiliyoruz. Tüm dünyada bu kırk yıllık dönem, ikinci dünya savaşına, savaş sonrasına ilişkin sorgulamaların yapıldığı, "soğuk savaş" diye adlandırılan durumun uluslararası ilişkilerde belirleyici bir zemin oluşturduğu, Türkiye'nin çok partili rejimle birlikte darbeler dönemine de geçtiği bir süre. Bu dönemde aynı zamanda ahlaki yargılarda, insan ilişkilerinde de önemli bir dönüşüm, bu dönüşümün karşısında da ona direnç gösteren muhafazakâr bir refleks kök salmış. Az önce sözünü ettiğim şiddet uygulamanın ve korku salmanın da, bu dönemde hem kişisel ilişkilerde, hem de politika üretmede sıkça başvurulan bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Bu sadece 1939-1979 arasıyla da sınırlı değil tabii...

Yakın tarihimizden önemli bazı bilgileri de yeniden hatırlatıyorsunuz okura... AKM'nin inşaatı sırasında ortaya çıkan Osmanlı mezarı çarpıcı bir ayrıntı örneğin... Bu roman için bir arşiv araştırması yaptınız mı?

Tahta Saplı Bıçak'ı tasarlarken ve yazma sürecinde, önceki kitaplarımda yaptığım gibi, ama bu romanın formu nedeniyle onlardan çok daha geniş bir arşiv araştırması yaptım. Romanın kurgusu için gerekli gördüğüm kitapları, süreli yayınları taradım, mekan tasvirleri için tabloları, fotoğrafları, haritaları, filmleri inceledim. Tüm bunların yanında elimden geldiği kadar "sözlü" bir araştırma da yaptım. Sizin değindiğiniz Osmanlı mezarı, o yıllarda Taksim'de yaşamış ve o döneme ilişkin bir roman yazdığımdan habersiz birkaç kişinin kişisel sohbetlerimiz esnasında aktardığı bir bilgi. Bu bilgiyi edindikten sonra, romanın yapısı içinde yer almasını sağlamak amacıyla bu konuda da bir araştırma yaptım.

Roman kişilerinin hayattaki tercihleri, temsil ettikleri değerler ile hayli tezat halinde. Genç ve bilinçli Münevver'in Nazi partisi üyesi Alman bir sevgiliye sahip oluşu, Avrupa'da tahsil gören "İstanbullu" Erkan'ın kasabalı bir genç kızla kurduğu şehvet dolu ilişki, küçük burjuva ailesi mensubu Nigar Hanım'ın alt sınıftan bir adamla yaptığı evlilik... Bu kişilerin hayatlarındaki mutsuzluk ve korkuların yaptıkları bu uygunsuz tercihlerle de ilgisi var mı?
Tezat oluşturan karşılaştırmalar, groteskliğe kaçmamak kaydıyla, edebiyat için gerilim oluşturan, dolayısıyla metne devinim kazandıran bir yöntem olabilir. Korku, sözünü ettiğiniz bu üç ilişkide de hem korkudan kaçmak için bir sığınak, hem de içinde başka tür korkuyu barındıran bir hücre oldu. Yazmaya başladığımda aklımda bu yoktu, ama roman ilerledikçe ilişkiler de böyle bir yere yerleşti. Açıkçası, bence hiçbir karşılaşma imkânsız değildir; ideolojik, sınıfsal farklılık, kent-taşra ayrımı karşılaşmanın bir noktasında eriyebilir. Bu üç ilişkinin "korku"ya bağlı bir diğer ortak bir yönü, belki de "hayal kırıklığı" oldu.

Tahta Saplı Bıçak'ta çarpıcı, gerilimli ve şiddetli bir final bekliyor okuru. Fiziksel şiddet dolu sahneler önceki kitaplarınızda görmeye alışık olmadığımız bir unsur. Bu, bundan sonraki kitaplarınızda da yer alacak mı?
Bugünlerde bir sonraki kitabımın taslağını çıkarmakla uğraşıyorum. Henüz bilmem mümkün değil tabii ama, bizzat bir "şiddet" romanı olmasa da, oluşmaya başlayan taslağa bakılırsa bu tür sahnelerin de yeri olacak gibi görünüyor.

Son olarak öykü-roman ilişkisi üzerinde duralım biraz. Siz bugüne dek öykü kitaplarınızla karşımıza çıkan bir yazarsınız. Bu kez ise farklı bir türü, romanı deniyorsunuz. Öykünün romanın hazırlık aşaması olduğuna dair bir genel kanı yaygındır edebiyat dünyasında. Bu, sizce de öyle mi? Bundan sonraki tercihiniz hangisinden yana olacak?

Kişisel olarak bu kanıya çok uzakta bir yerde duruyorum. İki temel nedenle: Bir "hazırlık" olsaydı, ya iyi roman yazarlarının kariyerlerine hazırlıksız başladığını, ya da iyi öykü yazarlarının hep hazırlık aşamasında kaldığını söylememiz gerekecekti –bu da tuhaf bir yargı olurdu. Dünya edebiyatında buna karşı örnek oluşturan hem yüzlerce roman yazarı, hem de Haldun Taner ya da J. L. Borges gibi öykü yazarları var. Bu iki isim, edebiyat yazarlıklarının yanı sıra, bir tür olarak "öykü" üzerine de denemeler yazmış kişiler.
Buna katılmamamın ikinci nedeni, aralarındaki temsiliyet farklılıklarından dolayı, öykü ve romanın yan yana duran ayrı türler olduğunu düşünmem... A. H. Tanpınar, J. Joyce gibi her iki türü de denemiş yazarlara bakıldığında, ya da Sait Faik Abasıyanık gibi öykü yazarı olarak bilinip tek ve kısa bir roman yazmış bir yazar göz önüne alındığında, hem şiir, hem de öykü yazarı E.A. Poe, çok etkilendiğim iki romanı olan ve en sevdiğim Türkiyeli şairlerden biri olan Oktay Rifat, şiir ve roman yazarı Melih Cevdet Anday dikkate alındığında, bu yazarların her türdeki metninde seslerinin aynı kaldığını ama o türe uygun ayrı temsiller ürettiğini görebiliriz. Bence ancak öykü bir sonraki öykünün, roman da bir sonraki romanın hazırlığı olabilir. Ben şu anda bir roman üzerinde çalışıyorum.

Marc Levy ile söyleşi


http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=5960


'Yaşama anlam katmak için yazıyorum'
19/01/2007 DUYGU DURGUN (Arşivi)
On yedi yaşında Kızılhaç'ta çalışmaya başladınız. Daha sonra Amerika'ya yerleştiniz. Ülkeniz Fransa'ya döndüğünüzde ise tanınmış bir mimarlık bürosunun başındaydınız. Ancak bu renkli yaşamöyküsü Türk okurlar için çok daha ilginç bir ayrıntıyı içeriyor. O da, İzmir kökenli bir aileden geliyor oluşunuz.
Aslında İzmirli olan ben değilim. Büyük büyük dedem Levy Bairacli İzmirliymiş ve büyük çarşının sahibiymiş. Dedem Rafaël, ninem Lucie Kalef ile evlenmiş ve her ikisi de şehri kasıp kavuran büyük yangına kadar İzmir'de yaşamışlar. Yangın sırasındaysa İngiltere'delermiş. Ayrıca büyük büyük dedemin İzmir'in ilk hastanesini yaptırdığını ve İngiltere'den getirttiği bir asansörü monte ettirerek, kentin aşağı kısmının üst bölümleriyle bağlantısını sağladığını da biliyorum. Sanırım hâlâ kalıntıları duruyor. Büyük büyük dedemin bir heykelinin hastanenin önünde bir yerde durduğunu da söylediler. Elbette tüm bunlar bende ailemin geçmişi ve bu geçmişin izini sürmek konusunda bir merak uyandırıyor. Çocukluğumdan beri bana kökenlerimin ne olduğu sorulduğunda, hep damarlarımda Türk kanı aktığını söylerim; aradan nesiller geçmiş olsa da. Günün birinde İzmir'i ziyaret edip büyük büyük dedemin izini bulmayı düşünüyorum.
Yazdığınız hemen her kitap best seller olmayı başarıyor. Bunu sırrı ne?
Hiçbir sır yok, her roman bir başlangıç, yeni bir serüvendir. Ben mesleğimi mütevazı bir zanaat gibi görüyorum, her kitabı yeni baştan ortaya çıkarmak gerekir. Bence atölyesine giren her zanaatçı işini alçakgönüllülükle yeniden gözden geçirir. Okurlarımın bana güven duyması beni çok duygulandırır ve her zaman bu güvene layık olarak, daha iyi çalışmaya özen gösteririm.
Hakkınızdaki kimi eleştirilerde, edebiyat kaygısı gütmediğiniz ve best seller yazarı olduğunuz söyleniyor...
Ben eleştirmenleri değil okurlarımı hoşnut etmek için yazıyorum. Ne övgü alma ne de zafer kazanma kaygım var. Bir seçim yapmam gerekirse, okurlarımı memnun etmek beni daha çok duygulandırır. İnsanların birkaç saat gündelik tasalarından uzaklaşmalarını, gülümsemelerini,
duygulanmalarını sağlamak beni mutlu eder ve işime anlam veren de budur.
Ahlak derslerinden hoşlanmadığınızı söylüyorsunuz ama romanlarınızda, tıpkı Paulo Coelho'da olduğu gibi, karşımıza çıkan bir mesaj var: İnsanların hayallerine inanmaları ve hayatta özgür seçimler yapmaları. Kişisel tarihinizde sizi yazarlık serüvenine götüren yolda bu öğretiye sıkı sıkıya bağlı olduğunuz anlaşılıyor. Hayat hayallerini gerçekleştirmek isteyen herkese bu kadar cömert davranıyor mu sizce?
Bence fikirleri ve bakış açılarını paylaşmakla onları insanlara dayatmak arasında bir fark var. Bir roman yazarı olarak benim bakış açımın bir başkasınınkinden daha önemli ya da daha doğru olması için hiçbir neden göremiyorum. Ama benim için yazmanın mutluluğu aynı zamanda fikirleri paylaşmanın, insanlarda istek uyandırmanın sorular sormanın getirdiği mutluluktur ve evet, hayalleri gerçekleştirmeye çalışmak yaşama anlam kazandırmanın bir yöntemi, bir tür mutluluğa uzanan yoldur.
Keşke Gerçek Olsa, Spielberg tarafından beyazperdeye aktarıldı. 'Nabila'nın Mektubu' adlı kısa metraj filminizle siz de kamera arkasına geçtiniz. Mes Amis Mes Amours adlı romanınız beyazperdeye de aktarılıyor. Sinemada ne tür projeler sizi heyecanlandırıyor? Büyük yönetmenler ve Hollywood'un parlak oyuncularıyla ses getiren projeler ya da 'Nabila'nın Mektubu'nda olduğu gibi Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum kuruluşları adına gerçekleştirilen belki daha küçük ölçekli ama daha çok hümanist projeler?
Ah! Ama Hollywood'un büyük yıldızlarıyla çalışacak bütçem yok ve film yapabilme ayrıcalığına sahip olmak benim için yeterince inanılmaz. Şansımın son derece farkındayım ve her gün çalışarak bunu hak etmeye çalışıyorum. Ben, insana dair hikâyeleri seviyorum. Keşke Gerçek Olsa, Sonsuzluk İçin Yedi Gün, Neredesin... Kitaplarınız uzun zamandır Türkiye'de de çok seviliyor ve okunuyor. Okurlarınız sizinle bu yıl tanışma olanağına sahip olacak. Neler hissediyorsunuz? Şunu söyleyebilirim ki bu yolculuk için gün sayıyorum.