28 Ocak 2009 Çarşamba

Endülüs’te zamanın kollarında…



Bu yazı Taraf Gazetesi'nin Pazar Eki'nde Ocak 2009'da yayınlanmıştır.


‘Avrupa aslında Pireneler’de başlarmış, hadi canim burunlarından ötesini göremez onlar!’… Bir Endülüslü ile olur da Avrupa Birliği muhabbetine girmişseniz, sohbetin bir noktasında bu cümleyi duymamanız mümkün değildir.

Kibirli Avrupalıların çok değil 30 -40 yıl öncesine dek ‘Afrikalılardan farkları yok’ diye dudak büktüğü İspanyollar, belki daha çok Endülüslüler diyelim, söz birlikten ve AB politikalarından açılınca taşı gediğe koymayı hiç ihmal etmez.

Endülüslünün öfkesi sadece ‘kendini beğenmiş’ Avrupalılara değildir. Aslında kendi topraklarında, ya da daha doğru bir deyişle söylersek İspanya’nın 17 özerk bölgesinden biri olan bu bölgede bile diğer özerk komşularının üstten bakışlarını hissederler hep üzerlerinde. Ne de olsa İspanya’nın görünürdeki zenginliğinin kaynağı Katalunya’dır, Bask’tır, Madrid’tir. Endülüs gibi İspanya’nın diğer özerk bölgelerinden kuzeydeki Galicia ve Extremadura ne de olsa daha az gelişmiş olduklarından (!) biraz boynu bükük, biraz da yetim kalmışlardır sanki.

Oysa Endülüs, İspanya’nın incisidir, gülüdür, neşesidir, bereketidir. Şakacı, rahatlarına düşkün, biraz maço, biraz kaba ama hep güleryüzlü Endülüslüler olmaksızın aslında İspanya belki de hiçtir.


Batı aydınlanmasının beşiği


Ayrıca altını kalınca çizmekte bir kez daha yarar var Endülüs, Avrupa’nın erken Rönesans yaşamış en önemli coğrafyasıdır. Asırlar önce Müslüman egemenliğinde olan İspanya’da o dönemde yaşanan bilimsel aydınlanma olmasaydı Avrupalı dostlar ne Reform ne de Rönesans kavramlarıyla tanışık olacaklardı bugün. Çünkü İspanya, Arap egemenliğinde yaşarken sanat, uygarlık, bilim açısından o kadar ileri gitmiş ve öyle bilginler yetiştirmişti ki, o dönemde Avrupalı krallar, soylular çocuklarını iyi eğitim almaları için akın akın Endülüs’e gönderiyor, Arapça Avrupa’nın önde gelen üniversitelerinde ders olarak okutuluyordu.


Ancak, Katolik Krallar’ın, Isabel ve Ferdinand’ın başa geçip de İspanya’yı Hıristiyanlaştırma sürecine girişmeleri ile birlikte – ki bu döneme tarihte Reconquista (Yeni Fetih) deniyor- İspanya’da Arap-İslam hakimiyeti 1492’de sona erdi.

Burada ilginç bir bilgiyi de aktaralım; İspanya’yı Hıristiyanlaştırma planının bir parçası olarak Endülüs Müslümanları (Mudejares) ve Endülüs Yahudileri (Sefardiler) ülkeyi terk etmeye zorlanmış. Kurulan Engizisyon Mahkemelerinden kaçabilenler soluğu başka ülkelerde almış. Bu dönemde Osmanlı topraklarına, İstanbul, Edirne, Selanik, Bursa gibi kentlere çok sayıda Yahudi yerleşmiş. Merak edenler bu konu hakkındaki ender kaynaklardan biri olan ‘Endülüslülerin Osmanlı'ya Göçleri’ adlı kitaba göz atabilir. (İz Yayıncılık, İstanbul 2007)

Hırıstiyanlaştırılma mevzuna gelince, İspanya bugün anayasasında ‘devletin dini yoktur’ diyen ve tüm inançlara eşit mesafede duran bir ülke.

Tarihi boyunca yedi farklı ırk ve üç büyük dini barındıran çok kültürlü yapısıyla bir hoşgörü uygarlığı ve Batı aydınlanmasının beşiği olan Endülüs’e uzanıyoruz bu kez. Granada, Cordoba ve Sevilla sokaklarını arşınlıyoruz…

Yolunuz bu üç güzel kentten birine, ya da şanslı iseniz her üçüne de birden düşerse kendinizi mistik bir peri masalında hissetmemeniz için hiçbir neden yok. Özellikle de Sierra Nevada dağlarına arkasını yaslamış Granada’da dünyanın en romantik, büyülü mekanlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. General Life bahçeleri ve Alhambra Sarayı’nı gören herkes de böyle söylüyor. Alhambra’nın her milimetrekaresine işlenmiş süsleme ve oymaların dünyada bir benzerini bulmak sanırız imkansız. 9. yüzyıla tarihlenen bu yapıtın her noktasında Arap süsleme sanatının farklı örnekleri var. Arapçada kırmızı anlamına gelen Alhambra’nın General Life adı verilen bahçeleri ise Araplar tarafından Cennet-ül Arif (Alim Cenneti) olarak isimlendirilmiş.


Lorca’nın Gırnata’sı

Arap –Müslüman (Mağrip) egemenliğinin uzunca bir dönem hüküm sürdüğü Granada, “Büyük Kale” anlamına geliyor. Kentin bilinen en eski halkını Yahudiler oluşturuyor Mağripliler kenti alırken, Yahudi nüfusundan ötürü “Garnat-al-Yahud” adını veriyorlar. Zaman için bu ad Gırnata ve Granada’ya doğru evriliyor.
Granada aynı zamanda 1936-1939 yılları arasında süren İspanyol İç Savaşı’nda Falanjistler, yani diktatör Franco’nun Fas’tan getirttiği paralı askerlere direnen son kalelerden biri. . Granada’nın bir diğer özelliği de İspanyol dilinin en büyük ozanlarından, 1939’da faşistlerce kurşuna dizilerek öldürülen Federico Garcia Lorca’nın memleketi olması.

“Ölümle baş başa yürürken görülen,
”Ölüm, güzel çingenem, ölümümsün dün de bu gün de,
Ah! Ne kadar rahatım seninle baş başa,
İçime çekerken Gırnata'nın havasını,
Benim Gırnata'mın’’.


Lorca’yı yalnız Endülüs ve İspanya’nın değil dünyanın en büyük ozanlarından biri yapan Granada’nın sokaklarını arşınlarken sadece 70 yıl önce sona eren iç savaşa dair tek bir ize bile rastlamazken kentin 9. yüzyıla uzanan tarihinden hala bazı izler bulmak şaşırtıcı doğrusu. Aklıma, İstanbul’da bir plakçıdan aldığım İspanya Devrim Şarkıları adlı albüm geliyor.

“Bakın Türkiye’den size bir armağan getirdim” diye dinlettirdiğim, muhtemelen taş plaklardan kayıt edilmiş cızırtılı marşları duyunca birkaç yıl önce Sevilla’da misafir olduğum evin orta yaşlı sakinlerinin yüzlerinin nasıl allak bullak olduğunu ve “Şimdi bunları dinleme zamanı değil, her şey geride kaldı” diyerek müzik çaları nasıl da hızla kapatıp konuyu değiştirmeye çalıştıklarını anımsıyorum. Anlıyorum ki, savaşın izleri görünürde silinmiş olsa da, hala hayatta olan bir kuşağın içine gömdüğü anılar hala son derece canlı ve acı.

Savaşı, Lorca’nın Gırnata’sını ve Alhambra’yı ardımızda bırakıp bu kez Cordoba’ya devam ediyoruz.



Arap egemenliği döneminde Endülüs’ün sanat ve kültür merkezi olarak bilinen Cordoba, Arap, Yahudi ve Hıristiyan kültürünün iç içe yaşamış olduğu bir coğrafya. Kentin
‘land-mark’ı olarak tanımlayabileceğimiz en önemli yapı La Mezquita ya da Cordoba Camii. 784 yılına uzanan tarihiyle La Mezquita dünyanın en büyük camilerinden biri. Endülüs- Arap mimarisinin tipik özelliklerini taşıyan La Mezquita’nın mihrabında İstanbul’dan getirilen mozaikler kullanılmış. Camininiçi kadar geniş bahçesindeki avlusu da görkemli. Avluyu çevreleyen portakal ağaçlarının yaydığı mis kokular içinde Binbir Gece Masalları’ında gezintiye çıkıyor sanki insan.

Cordoba’nın ünlü La Juderia’sı (Yahudi Mahallesi) ise UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası’na dahil edilmiş. Yahudiler, 2. asırdan İspanya’dan kovuldukları 1492 yılına dek Endülüs’ün ve özellikle de Cordoba’nın önemli etnik unsularından biriymiş. Müslümanlar döneminde Yahudiler ve Hıristiyanlara dini özgürlükleri ve kendilerini yönetme yetkisi tanınmış. 11 ve 12. yüzyıllarda İspanya’daki Yahudi nüfusu en refah, en üretken dönemini yaşamış. Rakipleri yoksulluktan kıvranırken Cordoba, zengin entelektüel hayatı, kütüphaneleri, üniversitesi, bilginleri ve ticaret hayatındaki saygın yeri ile Batı Avrupa kentleri arasında ayrıcalıklı bir yere ulaşmış.

Ne yazık ki refah dönemi 1492’de Katolik Krallar Isabel ve Ferdinand’ın ülkeyi Hıristiyan olmayan unsurlardan temizleme planı çerçevesinde sona ermiş ve tüm İspanya’da olduğu gibi Cordoba’da da Yahudiler’in büyük bölümü ülkeyi terk etmeyi, kalanlar da din değiştirerek Hıristiyanlığı seçmeye zorlanmış. Sahip oldukları her şey ise ellerinden alınmış. Bugün İspanya’da kalan üç sinagogdan biri ve en gösterişlisi Cordoba’da bulunuyor.

Ve Sevilla…Endülüs’ün kalbi. Sanatın, finansın, turizmin, eğlencenin kısacası hayatın tüm canlılığıyla aktığı kıpır kıpır bir kent.
Aynı zamanda Ibn-i Arabi, Ibn-i Haldun gibi bilginleri, Velasquez, Murillo gibi Barok dönemi ressamları, Antonio Machado gibi şairleri yetiştirmiş, Bizet’nin ‘Carmen’i, Rossini’nin ‘Sevil Berberi’, Mozart’ın ‘Don Giovanni’si gibi opera tarihinin ünlü yapıtlarına konu olmuş, Cervantes Don Kişot’u Sevilla hapishanesinde yazmış.


Beyazperdede de sık sık boy göstermiş Sevilla. En ünlü örneği hatırlayalım; ‘Tutkunun Karanlık Nesnesi (Buñuel). Ayrıca popüler romancı Dan Brown, ‘Dijital Kale’de Sevilla’ya özel bir yer vermiş ve kendisini üne kavuşturan ‘Da Vinci Şifresi’ni yazarken bir dönem Sevilla Üniversitesi’nde sanat tarihi derslerini takip etmiş. Kısacası, ‘çekim merkezi’ lafı, bu güzel kent için söylenmiş sanki.

Fiesta ve tapas cenneti

Endülüs coğrafyasında olduğu gibi burada da Arap etkileri en fazla mimaride kendini gösteriyor. 12. asırda yapılan Sevilla Camii’nin yerinde bugün tüm görkemiyle La Catedral yükseliyor. Cordoba Camii’nin bir benzeri olarak yapılan camiden bugün sadece minaresi (La Giralda) ayakta kalmış. Sevilla’nın simgelerinden biri de Quadalqivir nehrinin yanı başındaki Altın Kule üzerini kaplayan altın yaldızlı çiniler yüzünden bu adla anılıyor.
Endülüs, ‘fiesta’ yani festivaller cenneti bir diyar. Hemen her kentin, her köyün kendine özgü bayramları, festivalleri var. Sevilla’da bilinen en büyük kutlama genellikle Paskalya’yı izleyen haftalar içinde yapılan Feria de Abril ve Eylül’deki Flamenco Bienali. Feria de Abril kutlamalarında Sevillalı kadınlar uzun eteklerini giyip saçlarına güller takıyor, erkekler de geleneksel folklorik kıyafetlerine bürünüp faytonlara kuruluyor ve kent meydanlarındaki eğlencelere katılıyorlar. Nisan-Ekim ayları arasında bir tarihte Güney İspanya’da olacaksanız bu festivallerden birine denk gelmemeniz küçük bir ihtimal.

Endülüslülerin mutfak kültürü de tipik Akdeniz çeşitliliğini yansıtıyor. Bilindiği gibi İspanya, özellikle de Güney İspanya şarap ve zeytinyağında konusunda dünyanın sayılı üreticilerinden biri. Şarap, kültürel yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu için pek çok bölgede özellikle hasat zamanı şarap festivalleri yapılıyor. Endülüs’te bir bara gittiğinizde en çok tüketilen şarap cinsinin Fino adı verilen, sofra şarabından bir miktar daha sert olan şarap olduğunu göreceksiniz. Özellikle yemek öncesi aperetif olarak tercih ediliyor.

Endülüslüler son derece sosyal insanlar oldukları için yaşamlarının büyük bir kısmı ev dışında bar ve cafelerde geçiyor. Tapas adı verilen tadımlık mezeler sunan barlar her kentte fazlasıyla mevcut. Sevilla’lılar tapas barlara o kadar rağbet ediyorlar ki, günlük hayatta çok sık kullanılan Tapeo sözcüğünü (bir bardan diğerine dolaşarak bir şeyler atıştırmak) dillerinden hiç düşürmüyorlar.

Tapas, kapatmak, üstünü örtmek anlamına geliyor. Yemekten önce iştahı dengelemek ya da iştahı kapatmak anlamlarına da geliyor bu ifade. Eskiden tapas barlara gidildiğinde, yanında bir kadeh de şarap ikram edilirmiş. Ama ne yazık ki bu güzel alışkanlık artık yok.
Son bir not, Endülüs’te zaman kavramı konusunda dikkatli olmanız yönünde. Güneyin rahat ve sıcak atmosferinden olsa gerek bu bölgede insanlar biraz daha ağırkanlı, telaşsız ve hatta gamsız. İstanbul’da her günü bitmek bilmek bir telaş içinde tükettiğimizden burada zaman neredeyse durmuş gibi geliyor insana. Eğer Endülüs’te zamanın keyfine varmak istiyorsanız siz de eski alışkanlıklardan bir an önce kurtulmaya bakın. Sabah kahvaltısının 11:00, öğle 16:00 ve akşam yemeğinin de 22:00 civarında yenildiğini, bu saatler dışında başınızın çaresine bakmanız gerektiğini unutmayın!

2 yorum:

Unknown dedi ki...

muthis bir yazi en guzeli snop avrupalılara kulturu sanati ogreten avrupalilara karsi bir baskaldiri yasatan enduluslere selam durmak istedim

Unknown dedi ki...

ben de bu asil davranısından ötürü sizi opuyor ve de kucakliyorum...