28 Ocak 2009 Çarşamba

İspanyol fotoğrafçı Pablo Martinez Muñiz’in objektifinden İstanbul manzaraları



‘İki kıta arasında bitmeyen gerilim’



Bu yazı Taraf Gazetesi'nin Pazar Eki'nde 25 Ocak 2009 tarihinde yayınlanmıştır.



2003’den bu yana İstanbul’da yaşayan İspanyol sanatçı Pablo Martinez Muñiz, BM SUMA Çağdaş Sanat Merkezi’nde, mekanın 10 odasını kaplayan ve farklı serilerden oluşan fotoğraflarında kendi İstanbul’unu anlatıyor.

Muñiz, İstanbul’a ilk kez turist olarak 2001’de gelmiş ve kentin dinamik yaşam biçiminden çok etkilenmiş. O tarihte Atina Güzel Sanatlar Fakültesi’nde fotoğraf okuyan genç sanatçı, ülkesi İspanya’ya döndükten hemen sonra İstanbul’da, yani aşık olduğum kentte nasıl yaşarım diye düşünmeye başlamış. Neyse ki şans yüzüne gülmüş ve Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nden burs alarak 2002’de buraya ‘temelli’ yerleşmiş.

Ancak Atina’dan sonra buradaki üniversite hayatı Pablo’ya pek de tatmin edici gelmemiş. Hatta biraz hayalkırıklığına uğradığını itiraf ediyor ve okulunu bir güzel sanatlar fakültesinden beklenmeyecek kadar katı ve tutucu bulduğunu söylüyor. Bursu sona erince her koşulda İstanbul’da kalmaya kesin karar veriyor ve o gün bugündür de kopamıyor.

BM SUMA Çağdaş Sanat Merkezi’ndeki çalışmaları Pablo’nun son altı yıldır çektiği Kurban; Sürgünler: Yılmaz Güney’in Anısına; Fragmentpolis; Bitmemiş Binalar; Sessizlik: Kervan Yolu ve Çölde; Edebi Yıkımın Hatıraları; Bayrak Saplantıya Dönüştüğünde; İran-Nari; ve Kent Bir Aşktır, Kent Bir Rüyadır... o İstanbul’dur! başlıklı fotoğraflardan oluşuyor. Bundan önceki ilk profesyonel sergisini 2003 yılında İstanbul’daki Cervantes Enstitüsü’nde gerçekleştiren Pablo, fotoğrafı kişisel bir sanat projesi olarak gördüğünü ve zamanının büyük bölümünü bu işe adadığını söylüyor.

Pablo’nun galerinin 10 farklı odasına serpiştirdiği fotoğrafları arasında belki en dikkat çekici olan Yılmaz Güney’in Anısına çektiği Sürgünler serisi. Bu seriye Duvar filmini izledikten sonra karar verdiğini söyleyen Pablo aslında Duvar filmi ile İstanbul’da yaşayan sokak çocukları arasında bir bağ kuruyor. Filmde anlatılan çocuklar kadar, bugün gerçek hayatta rastladığımız bu sokak çocukları da masumiyetlerini yitirmiş, acımasız bir hayatın ortasına atılarak birer yetişkin olmaya zorlanmış çocuklar...


Pablo’ya İstanbul’un kendisi için taşıdığı anlamı soruyorum, bana Gülsün Karamustafa’nın bir cümlesiyle karşılık veriyor: ‘İstanbul iki kıta arasındaki gerilimdir’. Pablo bu gerilimin aslında büyük ve hoş bir enerji yarattığını düşünüyor. ‘Biraz klişe gibi olacak ama’ diyor, ‘’Bu asırlık kentin kimliğini, içinde yaşattığı zıtlıklar ve gerilimler oluşturuyor. Sıradışı bir tarih, özgün bir mimari, umursamaz ve sorumsuz siyasetçiler, zengin ve yoksul sınıflar arasındaki büyük uçurum, Anadolu’dan kente göçenlerle birlikte gelen uyum sorunları ve tabi ki klasik olarak söylendiği gibi Doğu’nun ve Batı’nın karşılaşma noktası...

Sonuç olarak İstanbul nasıl tarif edilebilir ? Belki de bir karşıtlıklar ve benzerlikler kenti. Bu yüzden başka hiç bir kentin sahip olamayacağı türden bir ayrıcalığı var diye düşünüyorum. Bu nedenledir ki gerek Anadolu’dan göç edenleri gerekse benim gibi yabancıları tarih boyunca kendisine çekmiş ve çekmeye devam ediyor’’.

Peki ilk görüşte aşık olduğu İstanbul ile altı yıllık yaşam deneyiminden sonraki İstanbul arasında fark var mı?

‘’Sosyal ve kültürel gelişim açısından ilginç bir süreç yaşanıyor’’ diyor Pablo. Üstelik bu değişime oldukça olumlu bir noktadan bakıyor. ‘’Karşılıklı kültürel etkileşim anlamında altı yıl önce ile bugün arasında büyük farklar var elbette. Yavaş da olsa, ‘Oryantalist Türk’ kavramı tarihe karışıyor, daha olgun ve önyargılardan uzak bir toplum oluşuyor sanki. Öte yandan, öğretmenlik yaptığım Cervantes Enstitüsü’nde karşıma çıkan öğrencileri izliyorum. Gençlerin daha açık ve şeffaf bir toplum ve siyaset ortamı talep ettiklerini görüyorum. Ama bazen, ki bugün dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi, bu özgürlük talepleri gelişmiş Batılı ülkelerin ya da ABD’nin yaşam biçimini kopya etmek anlamına da gelebiliyor’’.
Avrupa cephesinden bakılacak olursa Türkiye’nin hala bir tanınma sorunu olduğunu düşünen Pablo, kendi toplumunun da önyargılarından bahsediyor; ‘‘Türkiye, bugün sıradan bir Avrupalı için tatilini geçirebileceği egzotik bir ülke olarak kodlanmış durumda. Türkiye’ye gelip de Kapadokya’nın doğusunu merak eden bir Avrupalıya rastlamanız çok enderdir. İstanbul’a yaşamak üzere gelen yabancıların büyük çoğunluğu da Cihangir’e yerleşir. Bu nedenle Türkiye’nin bundan daha fazlasını hak ettiğini ve klişeleşmiş değerler dışında da sahip olduğu çok fazla şey olduğunu göstermek şart. Bu hem Türklerin hem de biraz da Avrupalıların sorumluluğu bence. Çünkü vizyonumuzu ne kadar sığlaştırırsak biribirimizi anlama olanaklarını da o kadar kısıtlamış oluruz’’.

Eh, doğru söze ne denir...Pablo’ya teşekkür ediyor ve onu İstanbul’un kentsel dönüşüm kapsamında değişen yüzlerini konu aldığı yeni fotoğraf projesi Fragmentpolis ile başbaşa bırakıyoruz.

Hiç yorum yok: