31 Mayıs 2015 Pazar

Soykırıma insanca yaklaşmak …

http://sanatatak.com/view/Soykirima-insanca-yaklasmak-/1654


Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü, ilk Ermeni sosyalist ve feminist yazar Zabel Yesayan’ın hikayelerini 2 Haziran’da Ermenistan’da sahneleyecek.
Osmanlı toplumunda antimilitarist hareketin öncüsü, ilk Ermeni sosyalist feminist kadın yazar Zabel Yesayan’ın yaşam öyküsünü tiyatro sahnesine taşıyan Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nden bir grup oyuncu ve müzisyen, ‘’Zabel’’ adlı oyunla önümüzdeki hafta Ermenistan’ın başkenti Erivan’da izleyicilerle buluşmaya hazırlanıyor.
Roman ve makalelerinde toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kişisel özgürlük ile toplumun geleneksel beklentileri arasındaki ikilemi dile getiren ve bunu epey erken bir dönemde, 1900’lerin başında yapabilen Zabel Yesayan, aynı zamanda 1915 Soykırımı’ndan kurtulabilen Ermeni entelektüeller arasında tek kadın olarak biliniyor. 1878 Üsküdar doğumlu olan Yesayan’ın soykırımdan kaçarak yurtdışına çıktığı söyleniyor. Resmi kaynaklara göre, 1918 yılının sonuna dek Orta Doğu'daki mülteci ve yetimlere yardım etmek üzere çalışmalarda bulunuyor. Bu süreçte, Ermeni halkına yapılan pek çok adaletsizliği konu alan, Verçin Pacagi (Son Bardak) veHokis Aksoryal (Sürgündeki Ruhum; 1919), yeni romanlar yazıyor. başladı. 1926 yılında Sovyet Ermenistan'ı ziyaret eden Esayan, izlenimlerini, Prométhée déchaîné (Zincirsiz Prometheus; Marsilya 1928) isimli romanında anlatıyor. 1933 yılında Sovyet Ermenistan'a yerleşiyor.  Bu süreçte Vernaşapik Kraki (Ateşten Gömlek, Erivan 1934; 1936 yılında Rusçaya çevrilmiştir) ve ilk otobiyografik kitabı Silihdari Bardezneri(Silahtarın Bahçeleri; Erivan 1935) ile ilgilendi. Fransızca ve Ermenice edebiyat dersleri veriyor. 1940’larda Sibirya’da sürgünde öldüğü düşünülüyor.
Osmanlı’nın son karanlık günlerinde yaklaşan büyük felaketi sezinleyip yazılarından birinde "Savaşın yanı başımızda olduğunun bilincindeyiz, fakat yine de sakin ve tekdüze hayatımıza devam ediyoruz’’ notunu düşen Zabel’in fırtınalı yaşam öyküsünü sahneye taşıyan Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nden, aynı zamanda oyuncu ekibinde de yer alan Nihal Albayrak ile ekibin Ermenistan yolculuğu öncesinde ‘’Zabel’’i konuştuk.
Her şeyden önce Zabel Yesayan ile yollarınız nasıl kesişti?
Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü olarak feminizm tarihi okumaları yapar ve bu topraklarda feminizmin çıkışımı araştırırken karşımıza pek çok Ermeni kadın yazar çıkmıştı. Aralarında örneğin Hayganuş Mark vardı. 
Açıkçası Zabel Yesayan üzerine çok düşünmemiştik başlangıçta. Hakkında bilebildiklerimiz birkaç akademik çalışmanın ötesine geçmiyordu. Tabii bu eksikliğin bir diğer tarafı da Türkçeye çevrilmiş kaynak olmamasından kaynaklanıyordu. Derken Zabel ile ilgili bir belgesel yapılmış olduğunu öğrendik. Ardından, Belge Yayınları’ndan çıkmış olan ‘’Silahtarın Bahçeleri’’ adlı kitabının Türkçesini okuyunca inanılmaz güzel bir edebi eserle karşı karşıya olduğumuzu gördük. Ancak kitabın Türkçeye çevrilirken kimi eksikleri oluşmuş. Bunun üzerine kitabın İngilizce baskısını da edinerek bu eksikleri gidermeye çalıştık.
Bu yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için bir oyun kurmayı tasarlarken,  Zabel Yesayan üzerine yapmış olduğumuz tüm bu okumalar ve araştırmalardan hareketle, bu hikayeyi sahneye taşımaya karar verdik.
Zabel Yesayan aynı zamanda soykırımdan kurtulabilen tek Ermeni entelektüel kadın bildiğimiz kadarıyla?
1915 olayları sırasında İstanbul’da Ermeni entelektüelleri de aranmaya başlanıyor. Bu aramalarda bir gün Zabel, oğlu ile sokaktayken bir görevli gelip kendisine Zabel Yesayan’ın nerede oturduğunu soruyor. O an çocuğunun elini sıkıca sarıyor r ve ülkeden kaçmaya karar veriyor. Bir süre Avrupa’da yaşıyor.  Oradan Ermenistan’a geçiyor,  akademisyenlik yapıyor.
Peki bu hikayenin aynı zamanda soykırımın 100. Yılında, siyasetin sığ sularında bir tartışma malzemesi olma riski de yok mu? Ya da siz bu riski hissettiniz mi,  herhangi bir çekinceye kapıldınız mı?  
Bu konu çerçevesinde (soykırım) tartışmalarının genellikle içinin doldurulmadığını görüyoruz.  Her şey bir tarafa, yaşananın soykırım olup olmadığını tartışmak bile konunun nasıl siyasi malzeme haline getirildiğini gösteriyor. Bu aslında bir kadınlık durumu ve bu durumun hikayesi. Ortada yaşanmışlıklar varken bunu bir siyasi malzemeye çevirmek zaten mümkün değil. Bu olmuş ve yaşanmış bir durum. Yüksek siyaset yapmak yerine bu yaşanmışlıkları, insan hikayelerini ve deneyimlerini ele almak bizim için çok daha değerli. Bu anlamda resmi tarih yerine sözlü tarih her zaman daha çekicidir. Bu anlamda Zabel’in yazdıklarını okursanız içinde hiçbir şekilde propaganda olmayan, bir çeşit sözlü tarih okuması olduğunu göreceksiniz.
İstanbul’da daha önce oyunu pek çok kez sahnelediniz, nasıl tepkiler geldi?
Biz oyunu 8 Mart Kadınlar Günü için çıkarmıştık. Boğaziçi Üniversitesi’nde,  Getronagan Lisesi ve Esayan Lisesi’nde sahneledik. 30 Mayıs’ta saat 16.00’da yine Boğaziçi Üniversitesi’ndeyiz. Sonrasında Ermenistan turnesine çıkıyoruz. 2 Haziran Salı günü Yerevan Small Theatre’da iki temsilimiz olacak.
Gelen tepkiler daha çok oyunun biçimine ve kurgusuna yönelik bazı eleştirilerdi. Bu yorumları ve önerileri de dikkate alarak oyunu zaman içinde geliştirdik. Bazı bölümler yeniden yazıldı. Oyundaki tarihsel akış yeniden ele alındı. 
Ermenistan seyahati nasıl gündeme geldi? Oradan davet mi aldınız?
Hrant Dink Vakfı’nın Seyahat Fonu’na başvurduk ve kabul edildik. Bu fon Ermenistan-Türkiye arasında kültürel alışverişi özendiren bir fon. Kabul alınca Ermenistan’da Women Resource Center’dan arkadaşlarımızla iletişime geçtik. Bize organizasyon açısından çok yardımcı oldular. Boğaziçi Üniversitesi de turne masrafları için katkıda bulundu.
Zabel’e emeği geçenlerMetin: Duygu DalyanoğluSahneleme ve Prodüksiyon: Kadro çalışmasıIşık: Damla Pinçe, Zilan KakiSes: Deniz SaldıranGörüntü: Beril SarıaltunAfiş: Damla PinçeMüzisyenler: Beril Sarıaltun (perküsyon), Gülşah Gülebakan (keman), İlksen Gürsoy (ud)Oyuncular: Büşra Karpuz, Duygu Dalyanoğlu, Elif Karaman, Maral Çankaya, Miray Bal, Nihal Albayrak
http://sanatatak.com/view/Soykirima-insanca-yaklasmak-

'Ben oldum' dersen tükenirsin
28.05.2015  

‘’Hayata karşı tutkulu, ihtiraslı, istekli ve direngen bir yazar’’ olduğunu anlatan Murathan Mungan, ihtirasın bir yazarın sonunu getirebilecek bir tuzak olabileceğine söyledi.

Mana YAZICI/ Serbestiyet

Murathan Mungan, Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin ''Yazar & Şair Buluşmaları'' başlıklı dizisinin 27 Mayıs tarihindeki konuğu oldu.
Öğrencilerle, moderatörlüğünü Nüket Esen’in yaptığı söyleşide biraraya gelen Murathan Mungan, edebiyat serüvenine dair son derece kişisel, samimi bir sohbet havasında ilerleyen söyleşi boyunca edebiyatı bir hayat biçimi olarak seçmiş bir yazar olarak, bugünün dünyasında edebiyatın dönüşümünden söz etti:  ‘’Edebiyatta, sanatta aslında konu diye bir şey kalmadı. Antik Yunan ve Shakespeare hepsini hallettiler zamanında. Bize kalan aslında suyunun suyu. Bugün yaptığımız, bize kalan bu mirasın içini kendi bilgilerimize, hayata getirdiklerimizle doldurmaktan başka bir şey değil’’. 
Homofobik saldırılara maruz kaldım ama...
‘’Hayata karşı tutkulu, ihtiraslı, istekli ve direngen bir yazar’’ olduğunu anlatan Mungan, kimi zaman bu özelliklerin, özellikle ihtirasın yazarın sonunu getirebilecek bir tuzak olabileceğine dikkat çekti.
‘’Hayatla geçinemeyen tüm insanlar gibi tedirgin ruhunu sanatla yatıştırmaya’’ çalıştığını söyleyen Murathan Mungan, Türkiye’de edebiyatın belli dönemlerde belli ideolojilere saplanıp kalmış olmasından dem vurarak özellikle 1980 darbesiyle  ‘’Bir örnek olma’’ adına edebiyatın önemli kayıplar verdiğini, ülkenin adeta bir ‘’yetenekler mezarlığına’’ dönüştüğünü belirtti. Mungan, yine ’80 sonrasında kendisine yönelik çok sert homofobik saldırılar yapıldığını anımsatarak, o dönemde maruz kaldığı bu saldırışlara rağmen hiç bir zaman mağduriyet edebiyatına sığınmadığını da ekledi.
Edebiyat konserveleşiyor
Edebiyatın etiketlerden, yaftalardan uzak durması gerektiğine inandığını söyleyen Mungan, Türkiye’de son dönemde romanın çok ön plana çıktığından; roman yazmayan kişinin neredeyse edebiyatçı sayılmadığından dem vurarak bu durumu ‘’Edebiyatın konserveleşmesi’’ olarak niteledi. 
Günümüzde teknolojiyle birlikte bilgi akışının da çok hızlı olduğundan şikayet eden Mungan, bir edebiyat eserinde anlatılanı, o eserin sahibine ait kılacak sahiciliğin günümüz koşullarında giderek azaldığına dikkat çekti.
Anadolu’daki kitapçılar hızla kapanıyor
Türkiye’de hakim olan sözlü kültürden yazılı kültüre hala doğru dürüst bir geçiş yapılamadığını söyleyen Murathan Mungan, daha yazılı kültürü kavrayamamışken görsel kültüre teslim olmaktan şikayet etti. Kitap okuma oranalrı kadar kitaçıların sayısında da önemli bir düşüş yaşandığına dikkat çeken Mungan; ‘’Kitaplarımın Anadolu’daki dağıtımı sırasında yayınevinden arkadaşlar bana bilgi verirler. Geçenlerde öğrendim ki Anadolu’da 460 olan kitapçı sayımız bu sene itibariyle 210’a inmiş’’ dedi.
Yazıdan bir hayat oluşturmak için…
‘’İnsanlar son dönemde kendilerinden vakıf oldukları şeyi yapmaları beklendiği halde , övgü alıyor oldular. Örneğin bir spiker kelimeleri iyi telaffuz ediyor diye başarılı sayılır oldu. Bu edebiyat için de bu hale geldi. Oysa bir yazarın malzemesidir dil. Benim gibi türler arası yazabiliyorsan bir şarkı sözü ile şiir arasındaki dil farkını, ikisinin ne kadar yakın olsalar da birbirlerinden farklı disiplinler olduğunu bilmek durumundasın’’ diyen Mungan yazarlığı bir yapıtın içine ‘’nefes üflemek’’ olarak tanımladı.
Mungan ‘’yazıdan bir hayat oluşturmak’’ isteyen yazarların bu hızlı görsel çağda kolaycılığa kapılmadan, her gün ne olursa olsun mutlaka yazı masasının başına geçip işçiliğe devam etmeleri gerektiğine inandığını söyledi. Yazarın, yazdığı eserin önüne geçmesinin tüketici bir durum olduğuna değinen Mungan , ‘’Bu, insanın kendi ile yarışını kaybetmesidir. İki ödül alıp sonra da ayaklarını uzatıp ‘’Ben önemli bir yazarım’’ diyen biri aslında kendi serüvenini bitirmiştir. Bu, ‘’Zaman benimle başlar’’ duygusuna teslim olmaktır. Bu bir tür ergenlik ve gençlik hastalığıdır aslında’’ diye konuştu…
Murathan Mungan kendisini dinleyen kalabalık topluluğa son söz olarak ‘’Kendimi hala bu işe yeni başlamış biri gibi hissediyorum’’ diye veda ederken ‘’Harita Metot Defteri’’ adını verdiği yeni kitabının sonbaharda çıkacağı müjdesini de verdi.

Nazi Almanya'sından Boğaziçi'ne uzanan bir hikaye

http://serbestiyet.com/Kultur-Sanat/nazi-almanyasindan-bogazicine-uzanan-bir-hikaye-143339

4 Mayıs 2015

Traugott Fuchs’un Nazi Almanya’sından Boğaziçi’ne uzanan ve dolu dolu bir yaşamın ardından Protestan Mezarlığı’nda sonlanan hikayesinden ilginç kesitleri gün ışığına çıktı.

MANA YAZICI/Serbestiyet
Nazi Almanya’sından kaçan bilim adamlarından Leo Spitzer’in öğrencisi oldu. Hocasının önerisini dinledi ve İstanbul’a yerleşti. 2. Dünya Savaşı döneminde İsmet İnönü sayesinde Alman Ordusu’na teslim olmaktan kurtuldu. İki yıl Çorum’da yaşadı, Anadolu’yu tanıdı. Yüzlerce resim ve eskiz yaparak Anadolu’ya ve İstanbul’a dair olağanüstü gözlemlerini ölümsüzleştirdi.  
Dilbilimci, yazar, ressam Traugott Fuchs hayatından ve çalışmalarından kesitlerle 29 Mayıs’a dek sürecek olan ‘’Bavullardan Kataloglara: Boğaziçi Arşivleri’ne Doğru’’ sergisinin en heyecan verici keşiflerinden biri…
‘’…Adeta sihirli bir anahtarla büyüleyici bir dünyaya gitmiş gibiydik. II. Dünya Savaşı öncelerine uzanan mektuplar ve fotoğraflar, Erich Auerbach’ın Dante üzerine konuşmasını içeren bir kaset, sayısız öğrencinin övgü ve bağlılığını dile getiren mektuplar ve kartlar, günlük gazetelerden yıllar boyu kesilmiş resim ve alt yazıların yapıştırıldığı sosyal tarih niteliği taşıyan elle yazılmış humoristik manzume ve vecizelerle donatılmış defterler, günlükler, doğadan toplanmış çeşitli renk ve biçimde taşlar, yapraklar, dal parçacıkları, deniz kabukları… Boş tebrik kartları ya da kasetçalar gibi kullanılmak üzere gönderilmiş bile olsa, pratik işlevini yitirip, gönderen kişinin mektupları, fotoğrafları ve onunla ilgili ne varsa hep birlikte paketlenmiş, armağanlar, dostluğa adanan kutsal birer hatıra gibi korunmuş. Madde ile tarih, manevi değerlerle belgesel nitelik iç içe girmiş, kaynaşmış…’’
Osmanlı’nın son hanımefendilerinden, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı hocası Süheyla Artemel , ‘’Hocaların Hocası’’ olarak da bilinen Traugott Fuchs’un sınırsız zenginlikler içeren odasıyla ilk karşılaşmasını böyle ifade ediyor 1995 tarihli bir yayında.
Geç dönem Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan 150 yıllık dönemin tarihsel ve sosyolojik yönleriyle aydınlatılması açısından son derece önemli dokümanları bir araya getiren ‘’Bavullardan Kataloglara: Boğaziçi Arşivleri’ne Doğru’’ sergisinin en önemli sürprizlerinden biri olan Traugott Fuchs Arşivi dilbilimci, yazar, alaylı ressam Fuchs’un Nazi Almanya’sından Boğaziçi’ne uzanan ve dolu dolu bir yaşamın ardından Protestan Mezarlığı’nda sonlanan hikayesinden ilginç kesitleri gün ışığına çıkarıyor.
Savaş yıllarında Türkiye’ye geliyor
Fuchs, 1906 yılında Alsace-Lorraine bölgesinde küçük bir köy olan Lohr’da Protestan bir rahibin oğlu olarak dünyaya geliyor. Romanistik Dilleri ve Edebiyatı, Sanat Tarihi, Felsefe ve Pedagoji alanlarında eğitim görür; filozof Karl Jaspers, eğitimci Eduard Spranger, edebiyat tarihçisi Friedrich Gundolf’tan dersler alıyor.
Hocası Leo Spitzer ile tanışması Fuchs’un hayatına bambaşka bir yön veriyor. Spitzer’in Yahudi olması nedeniyle Naziler tarafından ders vermesi yasaklanınca, ırkçı politikalara karşı verdiği mücadele nedeniyle hakkında soruşturma açılıyor. Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış olan Spitzer’in davetiyle, Fuchs 1934 yılında İstanbul’a geliyor ve İstanbul Üniversitesi’nde Spitzer başkanlığında kurulan Yabancı Diller Okulu’nda çalışmaya başlıyor.
Alman ordusunda askerlik yapmadı
1943 yılından itibaren de Robert Kolej’de Alman ve Fransız dilleri ve edebiyatları üzerine dersler veriyor. İkinci Dünya Savaşı sürerken, 1944’te Alman ordusuna askerlik yapmak üzere çağrılma tehdidi altında bulunan Alman pasaportlu mülteciler için durum zorlaştığından, İnönü hükümeti, aralarında Fuchs’un da bulunduğu bu mültecilerin bir kısmını Çorum’a yollar ve Fuchs iki yıla yakın  süre Çorum’da yaşar. Bu süre içinde Anadolu'yu, halkı tanır ve resim yapmaya başlar. Resim alanında akademik eğitimi olmamasına rağmen, yaptığı birbirinden ilginç tabloları 'Çorum and Anatolian Pictures' adlı kitapta yayınlar.
Yaklaşık 200 civarında yayınlanmamış şiir, sanatsal ve sosyolojik önemi olan 200 kadar sulu ve yağlıboya ve beş binin üzerinde desen ve eskizi bulunan Fuchs bu çizimlerinde yerel halkı, meslek erbabını, bitkileri, sokakları, evleri adeta titiz bir belgeselci gibi kayıt altına almış.
Türkiye’yi içerden ama aynı zamanda dışarıdan bir göz olarak izleyen Fuchs,  60’lardan başlayarak dönemin popüler ‘’magazin’’ gazetesi Günaydın’dan  seçtiği kimi yazı ve fotoğraflardan kolajlar yaparak bir koleksiyon oluşturmuş. Ülkenin siyasal ve kültürel dokusuna dair kah mizahi kah ciddi yazılar ve manzumelerden oluşan bu ilginç koleksiyon 60-80 dönemi Türkiye’sinin hicvedilmiş manzum bir ifadesi adeta…
Vasiyeti Aşiyan’a gömülmekti ama…
1973 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmaya başlayan Fuchs 1983 yılına kadar ders veriyor. Emekli olsa da üniversite çevresinden kopmayan bu sıradışı ‘’hoca’’ Rumelihisarı'nda bir eve taşınıyor. Ne yazık ki yaşamının son yılları maddi sıkıntılar yaşayan ve ilerleyen yaşlılıkla gelen rahatsızlıklar edinen Fuchs’un vasiyeti Aşiyan’a gömülmek ancak gayrimüslimlerin müslümanlarla aynı mezarlığa defnedilmesi uygulaması bir gecede kaldırıldığı için Fuchs’un vasiyeti bir türlü yerine gelmiyor. 21 Haziran 1997’de hastane odasında kitaplarının arasında vefat eden Fuchs, Protestan Mezarlığı’na gömülüyor.
Kişisel arşivini Boğaziçi Üniversitesi’nden meslektaşı Prof. Dr. Süheyla Artemel’e emanet eden Fuchs, bu arşivin Türkiye’de öğrenci ve araştırmacılar tarafından kullanılmasını istiyor. Çocukları olmayan Traugott Fuchs’un Almanya’da bulunan ailesi de bu isteğe uyarak arşivi Boğaziçi Üniversitesi’nin kullanımına tahsis ediyor.
Tarihi kişisel anlatılarla okumak
Traugott Fuchs’u tozlu arşivlerden çıkararak yeniden kamuoyuna tanıtan ‘’Bavullardan Kataloglara: Boğaziçi Arşivleri’ne Doğru’’ sergisi, büyük anlatıların ardında böyle küçük ve kişisel hikayelerin de gizli olduğunu göstermesi bakımından ilgiye değer bir emeğin ürünü.
Serginin belkemiğini oluşturan yazılı ve görsel dokümanların başında Robert Kolej- Boğaziçi Üniversitesi Arşivleri geliyor. Günümüzde New York’ta Columbia Üniversitesi Nadir Eserler ve Yazmalar Kütüphanesi’nde bulunan bu arşiv, Columbia Üniversitesi ile Boğaziçi Üniversitesi arasında gerçekleştirilen protokol sonucu dijital kopyalar halinde üniversiteye aktarıldı.
Ziyaretçiler bu sergide Fuchs’a ayrılan bölüm dışında,  Boğaziçi Üniversitesi’ne kişisel bağışlarla aktarılmış olan Adalet Ağaoğlu Araştırma Odası’nı; Boğaziçi Üniversitesi’nin kurucu rektörü, ünlü mimarlık tarihçisi  Aptullah Kuran Arşivi’ni, Türkiye müzeciliğinin ve arkeoloji çalışmalarının uluslararası bağlamda tanınmasını sağlamış olan Aziz Ogan’a ait Aziz Ogan Koleksiyonu’nu, Türkiye’nin ilk kadın arkeologlarından Halet Çambel ve eşi, ünlü mimar Nail Çakırhan’ın adını taşıyan Halet Çambel ve Nail Çakırhan Arkeoloji, Geleneksel Mimarlık ve Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi Arşivi’nden bir seçkiyi, Dışişleri eski Bakanlarından Melih Rauf Esenbel Koleksiyonu’nu, 1870’den 1990’lara kadar uzanan süreçte üretilmiş çizimleri kapsayan Mimari Çizimler Koleksiyonu’nu, uzun yıllar Robert Kolej’e hizmet vermiş Scotts Ailesi’ne ait olan Scotts Papers’ı kapsayan ilgi çekici bir seçkiyi görebilecek.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cengiz Kırlı’nın liderliğinde Nurçin İleri ve Burak Şuşut’un yer aldığı küratör ekip tarafından hazırlanan bu önemli bellek sergisi 29 Mayıs tarihine dek Albert Long Hall’de yer alıyor. Sergiye eşlik eden hacimli kitap ise sergide yer alan ve alamayan geniş bir arşivi kayıt altına alıyor.