28 Ocak 2009 Çarşamba

Lizbon’da İstanbul’u bulmak



Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.




Bu yazı Taraf Gazetesi Pazar Eki'nde (Aralık 2008) yayınlanmıştır


Cevat Çapan’ın Türkçeleştirdiği Fernando Pessoa’nın yukarıdaki dizeleri eşliğinde Avrupa’nın en batı ucunda, Portekiz’in başkenti Lizbon’dayız.

Pessoa’nın yaşamının 30 yılını geçirdiği Lizbon, konuklarına birden çok yüzünü gösteren değişken bir kent. Bir yönüyle hiçbir dilde karşılığı olmayan, sadece bu dile coğrafyaya özgü bir ruh hali olarak tanımlanabilecek Saudosismo’nun (geçmişe özlem) etkisini hala üzerinden atamamış, hasretin ve hüznün kenti olarak karşınıza çıkıveriyor, bazen de tramvayları, Brezilyalı nüfusun idare ettiği renkli gece hayatı, şık alışveriş semtleri ile Atlantik’e kıyısı olmasına rağmen tipik bir Akdeniz kenti havasını taşıyor.

İstanbul’dan Lizbon’a giden hemen herkes iki kentin ne çok ortak yönü olduğu konusunda hem fikir. Tıpkı İstanbul gibi, Lizbon’da yedi tepeli. İstanbul nasıl iki yakaya ayrılmışsa Lizbon’un da ortasından, adı Tejo olan bir nehir geçiyor ve yine tıpkı bizim Boğaz köprümüz gibi onların da 25 Nisan Köprüsü salınarak uzanıyor iki yaka arasında.

Mimari ve coğrafi benzerlikler bununla da bitmiyor. Bizim insanımız kadar –en azından genel çoğunluk diyelim- içe kapalı, hayli utangaç bir yapısı var Portekizlilerin. Tıpkı İstanbul’un Doğu’nun Batı’ya açılan ucu olması gibi, onlar da Batı’nın en Doğu’sunda olmakla, iki coğrafya, iki kültür, iki yaka arasında ‘arada kalmışlık’ duygusunu yaşıyor gibiler.

Hatta itiraf etmeseler de, öfkeyle karışık bir hayranlık besledikleri komşuları İspanya tarafından neredeyse sıkıştırıldıkları bu ufacık kara parçasında sırtlarını okyanusa vermiş, kederli ama gururlu bir tavırla yaşayan insanların kenti burası.

Her şey bir yana benim Lizbon’da yapmaktan en çok hoşlandığım şey kent içi ulaşımı sağlayan sevimli tramvaylara binip şehri keşfetmek oldu. Tramvay, Lizbon’da yaşayanlar için yaşamın ayrılmaz bir parçası.

Malum, kent yedi tepe üzerine kurulduğu için her yer yokuş. Yaya olarak gideceğiniz en kısa mesafede bile nefes nefese kalıyorsunuz. Tabi bu coğrafi zorunluluk tramvay hattı ile birlikte pek çok asansörlü kule inşa edilmesini gerekli kılıyor. Elevador da Glória, Elevador da Bica ve Elevador da Larva diye anılan tarihi kulelere tırmanıp kenti kuşbakışı izlemek büyük keyif.


Belem’de Kız Kulesi’ni görmek


Tejo Nehri’ni kıyı boyu izleyen bir başka tramvay ise sizi kentin en eski yerleşimlerinden Belem’e götürüyor. Burada tüm görkemiyle Jeronimos Manastırı yükseliyor. Baharat ticareti sayesinde zenginleşen Portekizliler bu manastırı inşa ederken tonlarca altın kullanmış. 1501 yılında inşasına başlanan ve 70 yılda bitirilen manastır Gotik ve Rönesans dönemi mimarisinden esinlenmeler taşıyor.

Manastırın yanı sıra burada görülmesi gereken bir başka mekan da Belem Kulesi. İşte kendimizi İstanbul’da hissetmemizi sağlayan bir başka neden daha! Belem’e baktıkça Kız Kulesi’nin restorasyon öncesi halini görür gibi oluyoruz.Ve bu eski mahalleden ayrılmadan önce Belem’in ünlü hamur tatlısının tadına bakıp yolumuza devam ediyoruz.

Lizbon’un kadim yerleşim bölgelerinden Alfama’ya vardığımızda ise kentin Doğu’lu geçmişinde bir yolculuğa çıkıyoruz adeta. 12. asırdan beridir var olan bu bölgeye Mağripliler ‘Al-Hamma’ adını vermiş. Arap ve Roma kültürünün izleri hala canlı. Alfama’nın daracık yokuşlarını tırmanırken şehrin en güzel Fado barlarının burada olduğunu söylüyor semt sakinleri.

Mecburen bir barda soluklanıyor ve buğulu gözleriyle şarkı söyleyen orta yaşlı bir kadını sessizce dinliyoruz. Fado, Portekiz’in dünyaya armağan ettiği bir müzik türü. Genellikle melankolik sözler ağır tempolu, hüzünlü ezgilere eşlik ediyor. Fado kader, özlem ve biraz da nostaljiyle eş anlamlı. Eski zamanlarda kocaları denize açılan kadınların kıyıda eşlerini beklerken yaktıkları bu ağıtlar bugün Lizbon’un turistik mahallerinde en pahalısı 15 Euro’ya sunulan bir bardak Porto şarabı eşliğinde dinleyenleri melankolizme sürüklüyor.


Boğa güreşi üstüne Fado konseri


Hızımız alamıyor ve Fado Müzesi ‘ne yollanıyoruz. Yaklaşık 10 yıl önce açılmış olan müzede fotoğraflar, eski kayıtlar, plaklar arasında ‘Ana Kraliçe’ Amália Rodrigues’ten başlayarak Mariza ve Misia gibi günümüzün Fado yorumcularına tarih boyunca gelmiş geçmiş ünlü Fadista’lara dair bilgi ve video performanslarıyla dolu dolu saatler geçiriyoruz . Bu arada Fado’yu Portekiz sınırlarına taşıyarak dünyaya tanıtan ilk sanatçı olan Amália Rodrigues’in bugün bile bir efsane olarak anılmaya devam ettiğini ve evinin küçük bir müzeye dönüştürüldüğünü belirtelim.

Fado’nun çıkış tarihi aslında 1800’lerin ikinci yarısına uzanıyor. Napolyon Savaşları’ndan yeni çıkmış yorgun ve umutsuz Portekizler toplumsal anlamda yeniden doğuş ümidini sanatçıların, soyluların kısacası tüm halkın birlikte gittiği küçük taverna ve barlarda ararken Maria Severa adında bir kadın çıkıyor ve Portekiz’in en büyük Fado şarkıcısı olarak tarihe geçiyor. Maria, tutkulu ve derin sesi kadar dönemin soylularından Kont Vimioso ile yaşadığı aşk ile de tanınıyor. Kont, Portekiz’de çok eskilere uzanan boğa güreşi geleneğini tekrar canlandırarak hayata geçiren bir soylu. O yıllarda boğa güreşleri Fado konserleriyle birlikte, aynı alanda yapılıyormuş. Hatta boğaları izledikten konsere gitmek bir gelenek halini almış.

Tabi hemen belirtmekte yarar var, Portekiz’de yapılan boğa güreşlerinde İspanya’da olduğu gibi, boğa arenada vahşice öldürülmüyor. Önemli olan, kostümler, müzik ve genel atmosferiyle güreşlerin aslında görsel bir şölen tadında yapılması.

Söz Fado’dan açılmışken, meraklısı için bir not daha düşelim. Portekiz’de iki ayrı Fado ekolü mevcut. Lizbon ekolünün popüler, Coimbra ekolünün ise rafine bir stile sahip olduğu söyleniyor. Hatta derler ki, Lizbon’da alkışlama biçimi bildiğimiz üzere, elleri birbirine tempoyla vurmak iken Coimbra’da şarkıyı dinledikten sonra alkış yerine sanki boğazı temizlermiş gibi hafifçe öksürmek adettenmiş.


Üsküdar’dan Lizbon’a uzanan bir hayat


Şimdi de gelelim Lizbon gezimizin bir başka durağı olan Gülbenkyan Müzesi’ne…Burada da İstanbul ile köprü kuracak önemli bir detay çıkıyor karşımıza. Müzenin kurucusu Sarkis Gülbenkyan, kayıtlara göre Üsküdar doğumlu bir Ermeni olup, 13 yaşına kadar İstanbul’da yaşamış.

Dünyanın bu en önemli sanat koleksiyoncusu bir zamanlar dünya petrol endüstrisinin önde gelen patronlarından biriymiş. 1920’lerin başında kurduğu Türk Petrol Şirketi’nin hisselerini İngiliz, İran ve Hollandalı firmalar arasında kurulan bir konsorsiyuma devrederek, buradan kendi payına yüzde beş hisse ayırdığı için hayatı boyunca ‘Mr. Beş Sent’ diye anılmış.

Başarılı bir iş adamıyken 20.yüzyılın en büyük sanat koleksiyoncusu haline gelen Sarkis Gülbenkyan’ın yaşamöyküsü kadar Lizbon’da kurduğu müze de bir hayli zengin.

Toplam 6 bin parçadan oluşan koleksiyon, Oryantal ve Batılı eserler olmak üzere kabaca ikiye ayrılmış. İran, Türkiye, Suriye, Kafkaslar ve Hindistan’dan dekoratif sanat objelerinin en nadide örneklerini bu müzede görmek mümkün. Hatta İznik çinilerine özel bir yer verilmiş. 16 ve 17. yüzyıllardan Ermeni sanatına dair örnekler arasında ise el yazmaları, İncil gibi daha çok dini referanslı objeler yer alıyor. 18 ve 19. yüzyıl resim sanatının belli başlı Batılı isimleri de koleksiyondaki yerlerini almış. Manet, Dégas, Renoir , Monet, Turner …2006’da Sabancı Müzesi’nde düzenlenen bir sergiyle bu eserlerin bir bölümünü- hatta aralarında Türk resminden az bilinen örnekler de vardı- İstanbul’da izlemiştik.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, savaşın şiddet ve kaosundan uzak bir dünya cenneti aramak için çıktığı yolculukta Lizbon ile tanışan Gülbenkyan, 1955’te noktalanan yaşamının son 33 yılını burada geçirmiş.

İşte, Lizbon’daki son günümüz ve ayrılmak epey zor. Kentin şık semtlerinden Chiado’daki Brasileira Cafe’de, kendisine ayrılmış masayı genellikle edebiyatsever turistlerle paylaşan Fernando Pessoa ile karşılıklı birer kahve içmeden ve onun şu dizelerini mırıldanmadan memlekete dönmek olmaz. Tekrar görüşene dek, hoşçakal yedi tepeli şehir !


’Ben bir hiç kimseyim
Hiçbir zaman da bir şey olmadım
Zaten bir şey olmayı istemeyi de beceremedim
Ve bununla birlikte, bir dünya düş benimle’’

Hiç yorum yok: