4 Ocak 2016 Pazartesi

“Ermeni ve Kürt sorununun temelinde toplumsal adaletsizlik yatıyor”


“Ermeni ve Kürt sorununun temelinde toplumsal adaletsizlik yatıyor”

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/ermeni-ve-kurt-sorununun-temelinde-toplumsal-adaletsizlik-yatiyor-431998

ÖZGÜR DUYGU DURGUN

Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Nadir Özbek’in 1839-1908 dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nda vergi, siyaset ve toplumsal adalet konularını ele alan kitabı İmparatorluğun Bedeli, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından kısa süre önce yayımlandı.
Osmanlı’nın son döneminin can alıcı konularından birini büyük ustalıkla ele alan Özbek’in çalışması hakkında kitaba bir önsöz yazan Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Şevket Pamuk, 19. yüzyıl Osmanlı toplumunda bölüşüm ilişkileri, vergi adaleti, siyasal ve toplumsal meşruiyet, vergi tahsil kurumu ve pratikleri, iltizam sisteminin dönüşümü, vergi tahsilatının askerî niteliği, baskı ve şiddet boyutu gibi konuları ele alan İmparatorluğun Bedeli’nin hem tarih meraklıları hem de profesyonel tarihçiler için önemli ve okunması gereken bir eser olduğunu vurguluyor.
Prof. Dr. Nadir Özbek ile İmparatorluğun Bedeli üzerine sohbet ettik.

Kitabın önsözünde Osmanlı jandarmasının vergi tahsilatında aktif yer alması gerçeğinin bu çalışmanın gündeme gelmesinde etkili olduğunu belirtmişsiniz. Asayişle ilgili olması gereken bir birimin vergi gibi son derece teknik bir meselenin de içinde olması merak cezbeden bir bilgi. Öncelikle kitap fikrinin nasıl oluştuğundan başlayabilir miyiz?
Vergi konusu günümüzde de sosyal sorunların merkezinde yer alıyor. Verginin adil olup olmaması ve vergi yükünün farklı toplum kesimleri arasında nasıl paylaştırıldığı güncel bir öneme de sahip. Vergi konusu Osmanlı’da da toplumu anlamak, sosyal yapının adalet temeli üzerinde kurulup kurulmadığını tespit etmek açısından imkânlar sunuyor. Vergi konusuna yönelmeden önce ağırlıklı olarak son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda güvenlik teşkilatı ve pratikleri üzerine çalışıyordum. Bu çalışmalarım sırasında Osmanlı jandarmasının asli görevleri arasında kırsal kesimde kamu düzenini sağlamanın yanı sıra vergi tahsilatının da bulunduğunu tespit ettim. Dolayısıyla vergi konusuna yönelmem bu şekilde başladı. 19. yüzyıl Osmanlı tarihine vergi adaleti açısından bakmaya karar vererek 2009’un başında bu çalışmaya başladım. Bu süreçte Osmanlı kamu maliyesinin oluşumu ve vergi sistemi üzerine Türkçe ve İngilizce pek çok makale yazdım. Yaklaşık yedi-sekiz yıla yayılan bir sürecin sonucunda bu kitabı hazırladım.
Çok ilginçtir. Bizde Osmanlı tarihçiliğinde vergi konusu hemen hemen hiç ele alınmamış. Son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda vergi konusuyla ilgili birtakım genel geçer kanaatlerin ötesinde araştırmaya dayanan bir bilgiye sahip değiliz. Cumhuriyet tarihçiliğinde de aynı durum söz konusu. Bu kitap söz konusu boşluğun doldurulması yönünde de bir adım aynı zamanda.
Osmanlı köylü toplumunun Tanzimat ve Abdülhamit dönemlerinde uygulanan vergi politikalarıyla aslında ciddi bir bedel ödediğinden bahsediyorsunuz. Rumeli’de Rum, Bulgar ve Sırp sorunu, Doğu vilayetlerinde Ermeni ve Kürt sorunu olarak nitelenen ayaklanmaların temelinde aslında vergi adaletsizliğinin ve şiddete dayalı uygulamaların yattığını belirtiyorsunuz. Osmanlı vergi politikaları ve uygulamaları baskı ve şiddete dayanmasaydı bu ayaklanmalar olmayabilir miydi? 
Bu aslında gerek önceki makalelerimde gerekse bu yeni kitapta cevap bulmaya çalıştığım ana sorulardan biri. 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu tarımsal bir ekonomiye dayanıyor ve Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük ekonomilere sahip sanayi temelli devletler karşısında varlığını korumaya çalışıyor. Osmanlı’da askeri harcamalar ve borç ödemelerine bütçeden ciddi oranda pay ayrılıyor. Osmanlı tarım ekonomisi büyük oranda geçimlik küçük üreticiliğe dayanan bir yapıya sahip. Küçük köylünün kendi ihtiyaçları dışında bir artı değer üretmesi bir hayli zor. Osmanlı devletinin temel gelir kalemleri söz konusu tarım ekonomisinin vergilendirilmesine dayalı. Osmanlı devleti bir yandan da artan kamu harcamalarını karşılayabilmek için vergi gelirlerini artırmaya yöneliyor. 1840’lardan başlayıp 1910’lara uzanan evrede vergi gelirleri beş kat artıyor. Bu artış, Rumeli’de, Anadolu’da ve Doğu vilayetlerinde yaşayan Osmanlı köylüsünün sırtına ağır bir yük bindiriyor. Bu vergi yükünün altında ezilen Osmanlı köylüsü son çare olarak direnişlere yöneliyor. Tanzimat sonrası süreçte birçok bölgede vergi isyanları çıkıyor. Osmanlı taşrasında neredeyse gündelik hayatın bir paçası haline gelen bu isyanlara 1850’li yılların Bulgar ve Sırp isyanları, 1890’lı yılların Ermeni ve Kürt isyanları örnek olarak gösterilebilir. Aslında yaşanan öncelikli olarak vergi yüküne ve vergi tahsilatı sırasında maruz kalınan baskılara karşı bir direniş, bir vergi isyanı. Fakat zaman içinde bu vergi isyanları, toplumsal adaletsizlik ve baskılara karşı direniş ve başkaldırışlar hem Rumeli’de hem de Doğu vilayetlerinde milliyetçi ve politik renler kazanmaya başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir siyasal sorun oluşturan milliyetçi hareketlerin arka planında vergi sistemindeki adaletsizliklerin ve vergi tahsil sistemindeki baskı ve şiddet unsurunun yattığını söylemek mümkün.
Öte yandan Tanzimat Fermanı ile birlikte herkesin gelir ve serveti oranında vergilendirileceği bir sistemin kurulmasının planlandığını ancak bunun başarıya ulaşmadığını belirtiyorsunuz. Bu anlamda Tanzimat dönemi reformları aslında Osmanlı toplumu adına hayal kırıklığı mıydı? 
Tanzimat Fermanı herkesten gelir ve servetine göre gücü oranında vergi alınacağına dair bir vaatte bulunuyor. Geniş halk kesimlerinde de bu yönde bir beklenti oluşuyor. Ancak Tanzimat’ın ilanından İmparatorluğun son yıllarına kadar Osmanlı yöneticilerinin hiçbir koşulda vergi dağılımının adil bir şekilde gerçekleştirilmesi, köylü üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi yönünde kayda değer bir adım atmamış olduğunu görüyoruz.
Tanzimat Fermanı’nın bu vaadi hayata niçin geçirilememiş? Bunun politik ve sınıfsal bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Gerek merkezî hükümette gerekse taşra idare meclislerinde yer alan kişilerin, eğitimli devlet bürokratları, taşra eşrafı, mülk ve toprak sahibi kesimlerden oluşan imtiyazlı bir zümre olduğunu görüyoruz. Gerek merkezi hükümet düzeyinde gerekse mahalli idari birimlerde mülki amirlerle yerel eşrafın uyum içinde karar alma mekanizmalarını denetimleri altında bulundurdukları anlaşılıyor. Aslında verginin herkesin gücüne göre, yani gelir ve servetine göre paylaştırılması ilkesi vergi yükünün köylüden alınıp varlıklı kesimlere aktarılması anlamına geliyor. Merkezde ve taşrada yönetim kademesindeki kesimler bu doğrultudaki bir uygulamayı 19. yüzyıl boyunca bilinçli bir şekilde hayata geçirmiyor. Varlıklı kesimler vergi yükünü sırtlamamak konusunda çok kararlılar. Oysa Avrupa’nın birçok ülkesinde 19. yüzyıl boyunca kişisel gelir vergisi aracılığıyla vergi yükümlülüğünün süreç içinde artan oranlarda varlıklı kesimlerin sırtına yüklendiğini görüyoruz. Tanzimat sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nda ise yaratılan beklentilerin aksinde kat’i surette bu doğrultuda bir gelişme yaşanmıyor.
O dönemde Avrupa siyasetinin ve kamuoyunun Osmanlı’ya yaklaşımı ne yönde? Bu alanda reform önerisinde bulunuyorlar mı?
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında hem Rumeli’de hem de Doğu vilayetlerinde kapsamlı idari, malî ve sosyal reformlar yapılması doğrultusunda Avrupa devletlerinin baskısı var. Ahali üzerinde uygulanan türlü baskıların kaldırılması ve vergi sisteminin iyileştirilmesi yönünde talepler var. Aslında Osmanlı yöneticileri de bu tarz reformların halkın lehine olduğunun farkında. Ancak artan kamu harcamaları, özellikle askeri harcamalar ve borç ödemeleri, vergi gelirlerin artırılması yönünde baskı oluşturuyor. Bu koşullarda ne pahasına olursa olsun gelirlerin artırılması yoluna gidiliyor. Vergi tahsilatı, sivil bir vergi tahsil teşkilatı yerine polisiye ve askeriye yöntemlerin devreye sokulması yoluyla, zora başvurularak gerçekleştiriliyor. Böylece vergi devletle vatandaş arasında rızaya dayanan bir ilişki olmaktan çıkıp baskı ve zulüm temelli bir ilişkiye dönüşüyor. Bu da Osmanlı devletinin süreç içinde halk nezdindeki meşruiyetini büyük oranda sarsıyor.
Öte yandan, Ahmet Şakir Paşa gibi vergi meselesinin aslında bir sosyal sorun olduğunun farkında olan Osmanlı idarecileri de var. Ahmet Şakir Paşa vergi adaletinin Ermeni sorununun altında yatan temel sorunlardan biri olduğunun farkında ve vergi tahsilatı sırasında gündeme gelen baskı ve zulümlerin bertaraf edilmesi gerektiğini düşünüyor, bu doğrultudaki görüşlerini Abdülhamit yönetimine kapsamlı raporlarla iletiyor. Hatta 1890’lı yıllarda Ermeni ve Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu Doğu vilayetlerinde vergi nedeniyle halkın maruz kaldığı baskıları gidermek ve halkın güvenini kazanmak üzere pilot çalışmalar yürütüyor ve olumlu sonuçlar alıyor. Ancak bu denemelerin kalıcı olması İmparatorluğun bütününe yayılması önünde ciddi politik ve sınıfsal engeller var.

Son olarak, devlet geleneğinin devamlılığı açısından Osmanlı’dan bugüne uzanan süreç nasıl değerlendirilebilir? Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı’dan bu bağlamda miras aldığı politikalar oldu mu? 
Sosyal yapı, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, vergi adaletinin yokluğu gibi sosyo-ekonomik noktalardan bakılacak olursa, Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu Kürt sorunu ile 1890’larda Doğu vilayetlerinde yaşanan Ermeni sorunu arasında ciddi benzerlikler olduğu görülür. Her iki sorununun arka planında toplumsal adaletin, gelir dağılımında eşitliğin kurulamamış olmasının önemli payı var. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde yönetim kademesindeki kesimler söz konusu adaletsizliklerin temellerini ortadan kaldırmak yerine, sorunları şiddet ve askeri yöntemlerle çözmeyi yeğliyor ve neticede vatandaş ile devlet arasındaki ilişki barışa değil çatışmaya dayalı bir nitelik kazanıyor. Vergi adaletsizliği, gelir bölüşümündeki dengesizlikler ve yoksulluk gibi sosyal sorunlar hızla sosyal patlamalara dönüşerek siyasal nitelikler kazanabiliyor. Sosyal adaletin kurulamış olması, bölüşüm ilişkilerindeki dengesizlikler ve geniş yığınların toplumsal-siyasal sisteme yönelik hoşnutsuzluklarının şiddet yoluyla bastırılmasını temel alan bir yönetim tarzı Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin ortak yönlerini oluşturuyor. Böylesi bir durum da toplumsal çatışmaya zemin hazırlıyor.