14 Mayıs 2016 Cumartesi

“Kendi kendini yiyen bir şehir oldu İstanbul; bir cinayet gibi”

Boğaziçi Üniversitesi'nde Perihan Mağden ile bir araya gelen E. Sevgi Özdamar: “Eskiden İstanbul’a geldiğimde bile şehre hasret duyardım. Şimdi şehirde hiçbir yere gitmek istemiyorum. Kendi kendini yiyen bir şehir oldu İstanbul. Bir cinayet gibi." 

 13.05.2016           

ÖZGÜR DUYGU DURGUN

                           

“Kendi kendini yiyen bir şehir oldu İstanbul; bir cinayet gibi”
 
                    
                
 
                  
Çocuk kulakları önce kadın seslerini duydu. Ninni sesleri, atların sesleri, kadınların kendi aralarındaki dertleşmeleri, fısıltıları kaldı büyürken zihninde. Üç aylıkken Anadolu’dan İstanbul’a geldiler ailece. İstanbul onun dünyayla tanıştığı ilk mekân oldu. Vapurlarla da tanıştı büyürken. Vapura her bindiğinde kendine sordu; “Deniz mi kollarında tutuyordu bu şehri yoksa vapurlar mı?”

Anne ve babasını çok sevdi, hayatı boyunca sevdi. Annesiyle yıllar boyu uzun telefon konuşmaları yaptı ülkeler ötesinden. Öyle ki, anne bir beden olmaktan öteye geçti bir ses oldu onun için… Durup durup “Ah o Ermeni gelinlere nasıl kıydılar?” diye ağlayan babaannesini ise onunla cennete gitmek isteyecek kadar sevdi.
 
Sonra filmlerle tanıştı. Sonra şairlerle, yazarlarla, rejisörlerle. Muhsin Ertuğrul, Yaşar Kemal, Brecht, Arendt, Turgut Uyar, Beklan Algan… Kimiyle birlikte nice masalar paylaştı, kimiyle aynı sahneyi ve dünyayı. Ece Ayhan ona “Emine” adını verdi dönemin ünlü Mısırlı şarkıcısı Ümmü Gülsüm’ü hatırlattığı, onun kadar güçlü ve karizmatik genç bir kadın olduğu için.

Yıllar sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin uluslararası misafir programı Boğaziçi Chronicles’ın konuğu olarak, senelerce yaşadığı Almanya’dan İstanbul’a gelen E. Sevgi Özdamar “Ülkeler arasında ilk değiş tokuş edilenler film yüzleridir daha sonra da ölüler” diye anlatacaktı sanatla, dünyasını oluşturan o insanlarla, kitaplarla, filmlerle tanıştığı günleri. Ne yazık ki öyle dönemlerden geçmişti ki film yüzlerinden sonra ise ölülerin yüzleriydi değiş tokuş edilen…

Boğaziçi Üniversitesi’nin 2013 yılında başlatmış olduğu Boğaziçi Chronicles programı çerçevesinde mayıs ayı sonuna dek İstanbul’da kalacak ve buradaki günlerini yazacak olan E. Sevgi Özdamar bir başka yazar arkadaşı Perihan Mağden ile birlikte katıldığı söyleşide buluşmasına olağanüstü bir metinle başladı.

Yukarıdaki satırlarda bahsi geçen çocukluğunu, gençliğini ve hayat öyküsüyle birlikte bir ülkenin son 50-60 yılında başından geçenleri bir hikâye gibi anlattı. Anlatırken resimler çizdi. Bir oyun sahneler gibi, anlattıklarının cismine büründü. Hüzünlü ama bir o kadar mizah doluydu. Mizahı sevdiğini anlattı çünkü “Mizahın içinde bir mesafe var ve o mesafe acıyı da anlatmanın en iyi yolu” olmuştu onun için.

“Çocukluğumda yıldızlara yemin etmiştim, oyuncu olacaktım” diye devam etti konuşmasına Özdamar. Brecht çalışabilmek uğruna 20’li yaşların başında Almanya’ya giderken ardında bıraktığı Türkiye gerilim dolu, cinayet ve ölüm dolu bir ülkeydi. Almanya ise onu savaşın ardından süren yorgunluğuyla karşılamıştı. Savaş sonrası Berlin hâlâ harabelerin görülebildiği bir kentti. Ölülerin dirilerden fazla olduğu bir kent ve o kentin sokaklarında yüksek sesli konuşmaları duyulan Yunan, Türk, İspanyol işçiler…

Ardından bir süreliğine yine İstanbul’a attı kendisini. O dönemin Tan gazetesi için Hakkâri’ye gidip röportajlar yaptı. “Hakkâri Türkiye’yi Arıyor” başlığıyla çıkan o röportaj dizisi Sansaryan Han’da üç haftalık gözaltı ile sonuçlandı. Türkiye hastaydı o yıllarda. Faşizm ortamında daha fazla hastalanmamak için yine Almanya’nın kollarına attı kendini. Brecht aşkıyla gittiği Almanya’da Türkiye’de hastalanan kelimelerini iyileştirmeye çalıştı. Sonra hayatına bir dönem Paris girdi. Almanya ile Türkiye arasında tercih yapmak zorunda kaldığı o zor dönem adeta, “Kocayla sevgili arasında tercih yapmak” gibiydi. O da tercihini üçüncü bir yoldan kullanarak Paris’te tiyatro yaptı.
E. Sevgi Özdamar, Boğaziçi Üniversitesi’nde Perihan Mağden eşliğindeki söyleşisinde sıklıkla geçmişe döndü. Ece Ayhan’la geçirdiği Üsküdar dönemini anlattı. Minimalist bir insan adam olan Ece Ayhan’ın Üsküdar’daki evinde bir paltoyla geçirilen soğuk geceleri anımsadı.  Hatta bir parantez açarak öldükten sonra edebi mirasıyla birlikte Ece Ayhan’ın ona yazmış olduğu mektupları da Berlin Akademi’ye bağışlayacağını söyledi.

Perihan Mağden’in güncel meselelere dair sorularıyla ise yaşadığımız ‘an’a döndü Özdamar; İstanbul’a dair gözlemlerini, tiyatro yapmakla yazar olmak arasındaki farklılıkları, tiyatro yaparken zamanı durdurduğunu; yazarken yaşadığı çileyi anlattı: “Eskiden İstanbul’a geldiğimde burada olduğum halde şehre hasret duyardım. Şimdi şehirde hiçbir yere gitmek istemiyorum. Kendi kendini yiyen bir şehir oldu İstanbul. Bir cinayet gibi. 60’larda olduğu gibi kalsaydı bugün bir Venedik olabilirdi.”

Sonra, zor zamanlardan geçtiğimizi söyledi yazar. Ama böyle anlarda, bir lokmacık da olsa iyi hissetmek için, yapabileceğimiz en güzel şeyin bir hayalimizi gerçekleştirmek olduğunu ekledi. Özdamar’ın doyumsuz sohbetinden bize ise birkaç satır Brecht kaldı… Sahi, “İnsan neyle yaşar?”