4 Eylül 2007 Salı

Bir tren yolculuğu...


Raylar üzerinde İstanbul’dan Başkent’e…
“Kara tren, geçtiğin köprüler sağlam, tüneller aydınlık olsun!”



Karaköy’den kalkıp Haydarpaşa İskelesi’ne yanaşan şehir hatları vapuru, sirenini uzun uzun öttürüyor . İskeledeki çay bahçesinde sabah çayını yudumlayan tren yolcularında bir telaş, bir kıpırdanma. Çaylar bitiriliyor, hesaplar ödeniyor ve bavullar sırtlanarak Haydarpaşa’nın geniş, mermer merdivenleri telaşlı adımlarla çıkılıyor.

1908’de Otto Ritter ve Helmut Cuno adlı Alman mimarlar tarafından inşa edilen görkemli Haydarpaşa Garı ya da Türk filmlerinden aşina olduğumuz üzere Anadolu’nun İstanbul’a, İstanbul’un da Anadolu’ya açılan kapısından biz de adım atıyoruz telaşlı kalabalıkla birlikte. Başkent Ekspresi bizi bekliyor… Trenin yemekli vagon bölümü şimdiden dolmuş bile. Saat sabahın 10’u bile değil ama içerisi neredeyse dolu. Sıcacık birer bardak çay, sabah mahmurluğunu atmak için birebir. Tam o sırada servise hazır bira şişeleriyle dolu bir tepsiyle garson yanımızdan geçiyor. Arkasından bir tepsi daha… Trenlerde sunulan alkol çeşitliliği insanı şaşırtıyor. Biradan rakıya, viskiden votkaya yok yok. Yemekli vagon adeta “yürüyen bir meyhane” halini alırken Ankara yolculuğumuz başlıyor…

Trenin tekerlekleri ağır ağır dönerken biraların biri gidiyor diğeri geliyor masalara. Sohbetler başlıyor. Böyle keyifli bir seyahat seçeneği dururken neden her yıl binlerce kaza oluyor yollarda, neden onca insanımızı pisi pisine trafik kazalarında yitiriyoruz diye soruyoruz kendi kendimize. Ve işte acı gerçekler bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Türkiye’de yolcu taşımacılığının yüzde 95’i karayolu ile yapılıyor. Bugün karayollarında neredeyse 2 milyona yaklaşan sayıda kamyon, kamyonet dolaşıyor. Her yıl trafiğe eklenen binek araba sayısını düşünmek bile istemiyoruz. Hele de Türkiye’de 1980 ile 2000 yılları arasında inşa edilen demiryolu uzunluğunun 285 km, otoyolların ise toplam uzunluğunun 1722 km olduğu hatırlanırsa…

Biz bunları düşünekoyalım, tren yolcuları başka bir alemde… Yan masada gazetelerini açmış genç hanımlar, yanımızda gözlerini uzaklara dikmiş orta yaşlı ve suskun bir karı -koca, arkamızda yaşı geçkince olmasına rağmen çifte kumrular gibi birbirlerine sarılmış daha yaşlıca bir başka çift, kompartımana doğru uzandığımızda adeta evindeymiş gibi rahat, örgü ören orta yaşlı bir teyze, bezgin bakışlı seyyar satıcılar… Herkes kendi dünyasının en azından bir kısmını tren vagonlarına taşımış sanki.Yol arkadaşlarımızla tanışmanın vakti geldi de geçiyor bile…

Yanına yaklaştığımız ilk kişi, trende sakin sakin örgüsünü ören orta yaşı aşmış bir teyze. Fotoğraf makinası ve kayıt cihazından hoşlanmamış olsa gerek, sohbet isteğimizi geri çeviriyor. Yolcuların ilgisini çektik galiba, gözler yavaş yavaş bizden yana dönüyor. Tren yolculuğu ile ilgili bir yazı hazırladığımızı söylüyoruz, seçimlerde kime oy vereceklerini soracak değiliz, politikaya hiç bulaşmayacağız söz! Bunu duyanlarda belirgin bir rahatlama gözlüyoruz.

Her şirketin bir CEO’su, her memleketin bir Cumhurbaşkanı var da trenin şef’i olmaz mı? 21 yıldır trenlerde çalışan Aydemir Çelik, Başkent Ekspresi’nin kıdemli şefi. Onun haberi olmadan trende kuş uçmuyor. “Demiryolcunu parası bol, karısı dul olurmuş, doğru mu acaba” diye hamle ediyoruz. Mesleğinden şikayet etmeye pek gönlü yok ama laf arasında “Son iki yıldır restoranların özelleştirilmesiyle biz tren çalışanları bile ücret ödeyip yemek yiyorsak vay halimize” diyor.. Ortaokuldan bu yana trende çalıştığı için düzenli bir aile hayatı yok.
Her gün yaklaşık 300 yolcunun güvenliğinden sağlığına her şeyiyle ilgilenmek zorunda. Ayda neredeyse 30 kente gidiyor. Ölüm, cenaze, evlilik gibi birinci dereceden yakınlarını ilgilendiren bir durum yoksa izin yapamıyor.

Ama en büyük sorun yolcular arasında kimi zaman yaşanan tatsızlıklar. Kimisi koltuğunu beğenmiyor, kimisi yanında yolcunun kabuklu yemiş yerken çıkardığı sesten rahatsız oluyor. “Internet çıkalı iftiralar da çoğaldı” diyor Aytekin Bey. “Her önüne gelen şikayet edecek bir şey bulup internete sarılıyor”. Aytekin Bey’e soruyoruz, “Restoranda sabahın erken saatlerinden itibaren alkol servisi var. Bu yolculuğun ilerleyen saatlerinde size nasıl yansıyor yolcular açısından?”. Şefin derdi büyük, “Sormayın” diyor, “Alkolü fazla kaçıranlar bazen ineceği durakta inmiyor. Ya da bir köşede uyuyor. Kalkıp yanına gidiyoruz, uyandırmaya çalışıyoruz ama çoğu kez nafile…” Derken, tren şefinin odasında çaylar demleniyor, çalışan diğer personel de meraklı gözlerle bizi izliyor. Çayın yanına ekmek, peynir, domateste oluşan kahvaltı mönüsü de ekleniyor. Emektar tren işçileri ile Ankara yolunda beş çayının keyfi gerçekten farklı oluyor.

Minik yolcular Dafne ile Ekin ise tren yolculuğundan pek hoşnut olmuşa benzemiyorlar. 8’indeki Dafne, içinde oyun odası ve televizyon olan büyük ve eğlenceli bir tren istiyor. 5 yaşındaki Ekin ise uçakları seviyor. Zamane çocuklarının tercihinin modernlikten yana olmasına şaşırmamak lazım. Onlar zaten vakit geçirmek için vagon penceresinden etrafı izlemek yerine, bir an önce el bilgisayarlarındaki oyunlarına devam etmek istiyor.

Eski akademisyen, yeni işadamı Fazıl Akyıl ise her tren yolculuğunun ayrı bir hikayesi olduğuna inananlardan. Fazıl Bey o kadar çok trene biniyor ki, artık her trenin kendine has özelliklerini, yolcu profilini gayet iyi bildiğini iddia ediyor. Tren yolcularının önemli bir bölümünü emekliler ya da öğrenciler oluşturuyor. Son günlerde sık sık gündeme gelen “orta yaş turizmi”nin gözdesi tren olacağa benziyor. Hoş sohbet emekli öğretmen Necmettin Emiroğlu, “ikinci bahar”ı yaşadığı yeni eşiyle tren yolculuğunun tadına varanlardan.

“Ömür biter yol bitmez” demişler ama bizim yolculuğumuz Ankara Garı’nda bitiyor. Başkent Ekspresi’ni Cahit Sıtkı’nın dizeleriyle uğurluyoruz bir sonraki seferine.
“Tren/ Nereye bu gece vakti/ Güzel tren garip tren/ Düdüğün pek acı geldi/ Hatıra neler getiren/ Çok mudur mendil sallamam/ Her yolcu az çok aşinam/ Haydi yolun açık olsun/ Geçtiğin köprüler sağlam / Tüneller aydınlık olsun”.

Hiç yorum yok: